Ne demek istiyorlar?

2
EXE RANK

ć$в1Lм3z `

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
6 Ocak 2009
Mesajlar
2,147
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ć$в1Lм3z `
Türk medyasının bir bölümü Türkan Saylan'ın cenazesini Ergenekon'la ilişkilendiriyor.


237-30204.jpg

Türk medyasının bir bölümü Türkan Saylan'ın cenaze törenine katılan büyük kalabalıkları, "Ergenekon davasına direniş" olarak yorumluyor.



Ahmet Altan Taraf Gazetesi'nde önceki gün yayınlanan yazısında cenazeden yola çıkarak "Böyle büyük bir kalabalığı ve hukukçuları ardına alan Ergenekon ortalığı karman çorman edebilir. Kitlesel kıyımlar, büyük katliamlar bile yaşayabiliriz" ifadesini kullandı.



Radikal yazarlarından Cengiz Çandar da bugünkü yazısında Ahmet Altan'ın yazısına atıfta bulunarak "19 Mayıs günü Türkan Saylan’ın cenazesi kaldırılmadı. Türkiye’nin en büyük ‘Ergenekon soruşturmasına karşı koymak’ amaçlı siyasi gösterisi yapıldı. Bu son görüntüler, Ergenekon üzerinden ortaya koydukları ‘direniş’in halkaları" dedi.



İşte Türkan Saylan'ın cenaze töreni ile Ergenekon'u birbirine bağlayan o yazılar:







Cengiz Çandar - Radikal Gazetesi (22 Mayıs 2009)



Quo Vadis?



Türkan Saylan’ın özel bir insan olduğuna hiç kuşku yok. Bunu anlamak ya da bilebilmek için onu yakından tanımak da gerekmiyor. Kısa yaşam öyküsü bile, onun özel bir insan olduğunu anlatıyor zaten. 74 yaşındaydı ve uzun yıllardır boğuştuğu kanser illetinin onu hayatının son dönemecine ulaştırdığı da biliniyordu. Özel bir insan olduğu için, yaşamlarına katkıda bulunduğu çok sayıda insanın cenazesine katılması, büyük bir cenaze ile uğurlanması kimseyi şaşırtmazdı.

Bütün bunlar tamam. Ancak, Türkan Saylan’ın cenazesi, cenaze olmadı. Bir siyasi gösteri oldu. Bunun nedenini herkes biliyor. Eğer Ergenekon’un 12. dalgası ölümünden 35 gün kadar önce onun evine de uğramasa, cenazesinin böyle olmayacağı, yani büyük bir siyasi gösteriye dönüşmeyeceğini tahmin etmek zor değil.

İki basit soru:

1. Ergenekon’un 12. dalgası Türkan Saylan’ın evine hiç uğramamış olsa, kanser illetinden 74 yaşında söz konusu dalgadan bir ay kadar sonra kaybeden ÇYDD Başkanı’nın cenazesi o kadar kalabalık toplayıp, o şekli alır mıydı?

2. Türkan Saylan, eğer kanserle mücadelesini daha da uzatıp, 18 Mayıs sabaha karşı değil, aylar sonra vefat etseydi, yine böyle bir cenaze töreni yaşanır mıydı?

Bu sorulara verilecek basit ama dürüst cevap, belli. Belli olduğu ölçüde de, Türkan Saylan cenazesinin, bir büyük ‘Ergenekon karşıtı siyasi gösteri’ olduğu gerçeğini teyit edecektir.

***

Ergenekon’un 12. dalgasından hemen sonra, 19 Nisan’da ‘Karanlık işler, karartılamaz olgular’ başlıklı bu köşede yayımlanan yazıya şu cümleyle girmiştim. “Tijen Mergen’in gözaltına alındığını, 70’li yaşlarının ortalarındaki, kanser tedavisi gören Türkan Saylan’ın evinin didik didik edildiğini ilk öğrendiğimde aklımdan geçen ‘Ergenekon soruşturması’na bu soruşturmayı madara etmek isteyen bir ‘üçüncü el’in karıştığı idi.”

Cenazesi vesile edilerek bir ‘Ergenekon soruşturması aleyhtarı’ görkemli 19 Mayıs tarihli siyasi gösteriyi izlediğimde, bir ay önce yazılmış o satırların doğrulandığını düşündüm.

17 Mayıs’ta Ankara’da canlandırılan Cumhuriyet mitingleri furyası, 18 Mayıs’ta İstanbul’da aralarında tanınmış sinema ve tiyatro oyuncularının bulunduğu bir grubun Galatasaray-Taksim arası yaptıkları ‘Ergenekon tutuklularıyla dayanışma yürüyüşü’ ve bunlarla eşzamanlı bir şekilde Cumhurbaşkanı’na ilişkin Ankara Sincan’da mahkemeden çıkan yargılanma kararı.

Ve Türkan Saylan’ın cenazesi fonundaki ‘anti-Ergenekon’ görkemli siyasi gösteri.

Birisi, bu görüntüleri ardı arda sıralayarak ‘Ergenekon hücreleri faaliyeti geçti’ dedi.

Öyle mi gerçekten, bilmiyorum. Ama böyle bir gözleme ve yoruma imkân veren bir ‘toplumsal-siyasal fotoğraf’la karşı karşıya bulunulduğu kesin.

Ahmet Altan’ın önceki günkü yazısının şu son bölümü dikkat çekici: “Mitingler çoğalıyor. Bu kalabalıklar ‘çoğunluğa’ sahip değiller ama nüfusun yaklaşık dörtte birini temsil ediyorlar. Böyle büyük bir kalabalığı ve hukukçuları ardına alan Ergenekon ortalığı karman çorman edebilir. Kitlesel kıyımlar, büyük katliamlar bile yaşayabiliriz. Bunu önleyebilecek tek güç gene AKP. Eğer yeniden Avrupa sürecine hız verir, belediyelerinin ‘muhafazakârlığı’ çok vurgulayıp ‘şehirliliği’ fazla dışlayan tutumlarını gemlerse, sokaktaki kalabalıklar Ergenekon’un ardından çekilir. Yoksa, benim görebildiğim kadarıyla bela geliyor. Ve bu sefer fena geliyor.”

Sözü edilen ‘çoğalan’ mitinglerin en görkemlisi, en anlamlısı, en çarpıcısı idi Türkan Saylan’ın cenaze töreni vesilesi. Evet, cenaze değildi. Cenazenin bir âdâbı, bir usûlü vardır. 19 Mayıs günü Teşvikiye’de bir cenaze âdâbı yoktu.

Ne vardı?

Bunun yerine, üzerinde ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ yazdığı için alkışlanan çelenkler, ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’, ‘Türkiye laiktir laik kalacaktır’ tezahüratı ve ‘Siyallaştırılan Din-Dinleştirilen Siyaset’ isimli kitap yazmış, önce DSP’den belediye başkan adayı, bir seçim sonra CHP’den milletvekili adayı olmuş yani hayli ‘siyasallaşmış’ bir din görevlisi olan bir ‘çağdaş imam’ın yarım saat süren ve alkışlarla sık sık kesilen konuşmasının eşlik ettiği cenaze namazı vardı.

Tabutun çevresinde CHP yönetici kadrosu, ‘devlet özür dileyecek mi?’ diye ekranlara tepkisel soru ileten emekli Orgeneral Tuncer Kılınç, Sabih Kanadoğlu gibi isimler en ön plânda görünüyorlardı. Bugüne dek, ‘devlet’ dendiği vakit akla gelenler, ‘devlet özür dileyecek mi?’ sorusunu dillendirenlerdi.

Türkiye’nin en önde gelen romancıları tüm dünyayı rahatsız eden karalamalarla yargılandığı sırada, kılı kıpırdamayan sanatçı grubu, düşünce ve ifade özgürlüğüne utanç verici müdahaleler olduğu, Hrant Dink kahpece vurulduğu vakit ortaya koymadıkları kendi deyimleriyle- ‘sanatçı duyarlılığı’nı, her nedense Ergenekon tutukluları için gösteriyorlardı. Ergenekon tutuklularıyla dayanışma yürüyüşü yaptıktan sonra, Teşvikiye’de ‘başrol’ üstleniyorlardı.

19 Mayıs günü Türkan Saylan’ın cenazesi kaldırılmadı. Türkiye’nin en büyük ‘Ergenekon soruşturmasına karşı koymak’ amaçlı siyasi gösterisi yapıldı.

Katılanların belirli bir bölümünün bambaşka güdüler ve dürtülerle orada bulunması, bu ‘siyasi olgu’yu ortadan kaldırmıyor.

***

Quo Vadis? Yani, nereye?

Nereye doğru ilerliyoruz?

‘Böyle büyük bir kalabalığı, -hukukçuları ve hatta ünlü sanatçıları- ardına alan’ Ergenekon’un ortalığı karman çorman edeceği, ‘kitlesel kıyımlar’a ‘büyük katliamlar’a doğru mu yol alıyoruz gerçekten? ‘Bela’ya doğru mu?

2007’deki benzeri manzaralar, 367 tuhaflıkları, e-muhtıralarla desteklendi; 22 Temmuz’a tosladı. O tarihte, bütün bunları seferber eden Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi söz konusuydu.

Eski yönetici elit, 22 Temmuz’dan sonra ‘kapatma davası’ ile kontratağa kalkarak pes etmedi. Bu son görüntüler, Ergenekon üzerinden ortaya koydukları ‘direniş’in halkaları.

Ancak, ‘dış konjonktür’le buluşamayan ‘iç direniş’in hesaplarında başarı sağlaması mümkün değil. Ergenekon’un lehine bir ‘dış konjonktür’ yok. Aslında ‘iç konjonktür’ de yok. Güvenebilecekleri tek şey, siyasi iktidarın akıl almaz hatalar yaparak, ellerine koz vermesi olabilir.

Yoksa, yok...







Ahmet Altan - Taraf Gazetesi (20 Mayıs 2009)



Tehlike ve AKP



Neşe Düzel’in Sedat Laçiner’le yaptığı söyleşiyi okumayanlar varsa mutlaka okusun bence.



Türkiye büyük bir “yakıt okyanusunun” tam ortasında.



Buralarda çıkarılan petrolün ve doğalgazın Avrupa’ya ulaşması için iki yol var.



Türkiye ve Rusya.



Rusya bütün gelirini yakıttan kazanıyor ve bu işin tekelini elinde tutmak istiyor.



Amerika ise Rusya’nın bu kadar güçlenmesine karşı.



Türkiye’yi, Rusya’ya alternatif hale getirip, gaz borularını Türkiye’den geçirmek istiyor.



Ama bu boruların geçeceği ülkenin mutlaka istikrarlı bir ülke olması gerekiyor ki borular iyi korunabilsin.



Laçiner’in bu anlattıkları içinde yaşadığımız şartları çok açık ortaya seriyor.



Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesi, bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasını ve demokrasiyle yönetilerek bir istikrara kavuşmasını istiyorlar.



Laçiner’in anlattıklarına bakılırsa Rusya, yakıt borularının Türkiye’den geçmesinden çok haz etmiyor.



Bu tablo, Türkiye’nin “dünya dengelerini” etkileyecek çok önemli bir pozisyona sahip olduğunu ortaya koyuyor.



Hem büyük bir avantaj bu, hem de büyük bir tehlike.



Avantaj, çünkü bu sayede Türkiye zengin olabilir, güvenli olabilir, barışa kavuşabilir ve bunları yaparken de Batı’nın önemli ölçüde desteğini kazanır.



Ama aynı zamanda tehlike, çünkü bu güç oyununda Türkiye’nin geçiş yolu olmasını istemeyenlerin de hedefi olacak.



Laçiner bunları anlattıktan sonra, bir ülke için olabilecek en korkunç şeyi söylüyor.



Diyor ki “Ankara’da tek bir devlet yok, birkaç devlet var ve bunların her biri iç politikada güçlenebilmek için dış güçlerle işbirliği yapıyor.”



Türkiye’nin “istikrarını bozmak isteyen” dış güçlerle işbirliği yapanların kaos yaratmak için çeşitli girişimlerde bulunması kaçınılmaz olacak buna göre.



Bu aşamada, “neden o Ergenekoncu paşanın yanında o kadar Rus var” sorusuyla, Ergenekon sanıklarından çoğunun “bir kriz çıksa, ekonomi çökse” demelerinin, Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanmasının ve Danıştay Baskını’nın ardında yatan “gerçekler” biraraya geliveriyor.



Bu, ürkütücü bir görüntü.



Bu görüntünün iç politikadaki yansımalarına baktığınızda ne görüyorsunuz?



Bir yanda AKP var, diğer yanda Ergenekon’u destekleyen güçler.



Ergenekon özellikle “laiklik endişesi taşıyan” kalabalıklardan destek alıyor.



Sadece görüntüyle yetinirseniz, AKP’ye muhalefet edenlerin temel meselesi “laikliğin elden gitme” tehlikesi.



İşte bu noktada tam “Türk tipi” bir tuhaflıkla karşılaşıyoruz.



“Şeriat getireceğinden” endişe edilen AKP, bu ülkedeki Avrupa Birliği yanlısı tek parti.



Hem şeriatçı hem de Avrupacı.



Bu ikisinin birarada olması imkânsız.



O zaman şu soruyu sormamız gerekiyor.



Ergenekon türü yapılanmalar, bütün o darbeci paşalar, Jandarma istihbaratçıları, JİTEM’ciler, mafyacılar, AKP’ye “şeriat” yanlısı olduğu için mi yoksa Batı yanlısı olduğu için mi karşı çıkıyorlar?



Bana sorarsanız onlar AKP’ye “Avrupa yanlısı” olduğu için karşı çıkıyorlar.



Ama onları destekleyen sokaktaki kalabalıklar “gerçek bir laiklik” endişesi taşıyorlar.



Ergenekon’un tepesindekilerle, onların sokaktaki destekçileri büyük bir ihtimalle aynı fikre ve aynı amaca sahip değiller.



Bu noktada da dönüp AKP’ye bakmak lazım, neden insanlar onun şeriat getireceğinden korkuyorlar?



AKP’nin iktidarının ilk başlarında bu kadar yoğun olmayan korku neden çoğaldı?



Özellikle AKP’li belediyelerin fırsat bulmuşken “şehirlilerin”, daha burjuva zevkleri olanların burnunu sürtmek, onları garip uygulamalarla rahatsız etmek gibi bir huyu var.



Ama bence daha önemlisi, AKP’nin Avrupa yolunda duralaması.



Çünkü AKP’nin “şeriattan” korkan kitlelere, en başta da kadınlara verebileceği en büyük garanti Avrupa standartlarına sahip çıkması.



AKP’nin Avrupa yolundan uzaklaşması, belediyelerinin tutumlarıyla birleşince şehirli kitlelerde bir panik yaratıyor.



Onlar da orduya ve Ergenekon’a sığınmaya çalışıyorlar.



Eğer AKP, darbecilerle ve Ergenekon’la, sokaktaki samimi insanları birbirinden ayıracak bir güven ortamı yaratamazsa başımıza bir bela gelmesi ihtimali çok yüksek.



Bakın, hukukçular yeniden kıpırdanmaya başladılar.



Danıştay’da bir daire başkanı “Danıştay Baskını’nın Ergenekon’la ilişkisi olmadığını” vurgulayan bir konuşma yaptı.



Sincan Mahkemesi, Kürt barışında önderliği üstlenmiş görünen Cumhurbaşkanı’nın “sahtecilikten” yargılanması gerektiğine karar verdi.



Mitingler çoğalıyor.



Bu kalabalıklar “çoğunluğa” sahip değiller ama nüfusun yaklaşık dörtte birini temsil ediyorlar.



Böyle büyük bir kalabalığı ve hukukçuları ardına alan Ergenekon ortalığı karman çorman edebilir.



Kitlesel kıyımlar, büyük katliamlar bile yaşayabiliriz.



Bunu önleyebilecek tek güç gene AKP.



Eğer yeniden Avrupa sürecine hız verir, belediyelerinin “muhafazakârlığı” çok vurgulayıp “şehirliliği” fazla dışlayan tutumlarını gemlerse, sokaktaki kalabalıklar Ergenekon’un ardından çekilir.



Yoksa, benim görebildiğim kadarıyla bela geliyor.
 
Geri
Üst