Method
Kullanıcı










10
- Katılım
- 5 May 2010
- Mesajlar
- 29,965
- Tepkime puanı
- 0
- Yaş
- 34


Mumu bilmeyen yoktur. Gelgele-lim, balmumundan bir kitabı görenler pek azdır. Yağ gibi eritilebilen bir kitap; tuğla kitaplardan da, şerit kitaplardan da çok daha yadırgatıcıdır.
Romalıların icat ettiği balmumun^ dan kitapların neredeyse geçen yüzyılın başlarında, Fransız devrimine kadar kullanıldığını bilenler pek a£-dır. ‘” ‘
Balmumundan kitap, bizim cep defterlerimiz büyüklüğünde birkaç levhadan yapılmıştır. Her levhanın bir dikdörtgen biçiminde
oyulmuş olup buraya san ya da siyaha boyanmış balmumu doldurulur. Bu levhaların iki köşesinde delikler vardır. Bu deliklerden geçirilen kurdelalarla, levhalar birbirine bağlanarak bir kitap halini alırdı. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzlerinde balmumu bulunmazdı. Böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların silinmesinden korkulmazdı.
Bu levhaların üzerine neyle yazılıyordu?
Kuşkusuz, mürekkeple değil. Bu iş için bir ucu sivriltilmiş, öteki ucu yuvarlaklaştınlmış çelik kalemler kullanılıyordu. Kalemin sivri ucu ile yazar, daha doğrusu çizerlerdi. Yuvarlak ucu ile de, düzeltir ya da silerlerdi, işte bizim silmek için kullandığımız lastiklerin ilklerinden biri de buydu.
Balmumlu yazı tahtaları çok ucuzdu. Dolayısıyla karalamalar, notlar, günlük hesaplar, tezkereler, hatta mektuplar bile bunların üzerine yazılıyordu. Roma’ya uzak Mısır’dan getirilen papirüs pahalıydı. Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılıyordu.
Bu yazı tahtaları, dayanıklı olmak bakımından da çok elverişliydi, Mektubunu balmumundan yazı tahtası üzerine yazan bir Romalı, mektubunun cevabını da aynı yazı tahtası üzerine yazılmış olarak alırdı. Kalemin sivri ucu ile yazılan yazıları aynı kalemin yuvarlak ucuyla birçok kez silmek, sonra yeniden yazmak mümkündü.
O çağın genç yazıcılarına: ”Kaleminizin yuvarlak ucunu sık sık kulla-’ nımz!” (yani, yazdıklarınızı düzeltiniz!) diye öğüt verirlerdi.
“İyi kalemi Var”, (yani, “güzel yazı yazıyor!”) sözü bugün bile kul-lanılmaktadır.
132
Balmumunun rahatlıkla sil inebilmesi her zaman kolay değildi. Bazen gizli ve önemli mektupların yollarda bunları ele geçirenlerce silinmiş ya da değiştirilmiş bir duruma geldiği de olurdu. Bunu önlemek için de, gizli mektubun üzerine bir kat balmumu daha dökülür, bunun üzerine de: “Nasılsın, iyi misin? Bize yemeğe gel-sene!” gibi sudan birkaç söz yazılırdı. Böyle bir yazı tahtası gelince; üstündeki balmumu tabakası yavaşça kaldırılır, alt tabakadaki asıl yazı okunurdu. O dönemin mektupları tıpkı şimdiki evler gibi bir katlı da, birçok katlı da olabilirdi.
Taş üstünde dik ve düzgün duran Latin harfleri, Papirüs üzerinde yu-varlaklaşmış, balmumu üzerinde de okunmaz olmuştu.
Balmumu üzerinde yazılmış bir Romalı yazısını ancak bir paleograp-he, ya da esk; j ■ ;ı’ı uğraşan biri sökebilirdi. Bu işit: n anlamayanlarını da bu eğribüg.. ve bu kargacık burgacık yazıları sökmesi olanaksızdır.
Ancak şimdi kurşun kalemin ve ucuz kâğıdın ortaya çıkışından sonra balmumu levhalardan vazgeçi lebi İdi. Oysa, birkaç yüzyıl öncesine kadar hiçbir öğrenci kemerinde bir balmumu levha olmadan edemezdi..
Balmumu tahtalarını yalnız Öğrenciler kullanmıyordu. Papazlar, kilise hizmetleriyle ilgili emirlerini; şairler, şiirlerini; tüccarlar, hesaplarını ve soylu sevgililer, aşk mektuplarını ya da düello çağrılarını hep bunların üzerine yazarlardı. Bazıları gürgenden yapılmış, sağlam olsun diye üzeri deri kaplı, İçi içyağı karışık pis bir balmumu ile sıvalı biçîmsİz yazı tahtaları da kullanılırdı. Bazıları kızıl ağaçtan yapılmış zarif yazı tahtaları kul-tiiıulıklım gibi, fildişinden yapılmış,
<="" p="">
Bütün bu milyonlarca balmumlu levha rie oldu? Bizim bugün gereksiz kâğıtlara yaptığımız gibi onlar da çoktan yakıldı ya da çöpçülüğe atıldı. Gerçekte, iki bin yıl önce yaşayan bir Romalı tarafından yazılmış bu levhalardan her biri için neler verilmezdi!.. Romalılar döneminden kalma bu levhalardan pek azı korunabilmİştir. Bunlardan çoğu da Pompeİ'de Ceci-lius Yucıındtıs adlı bir bankerin evinde bulundu. Kent, komşusu olan Her-culanum ile birlikte Vezüv yanardağının püskürmelerinden birinde küllerle örtülmüştür. Bu yanardağ püs-kürtüsü olmasaydı, bu levhalar da günümüze dek gelemezdi. Roma papirüslerinden bugüne kadar gelenler, ancak Herculanım'da küller altında bulunan 24 tomardır.
[IMG]http://www.teknoloji.tc/wp-content/uploads/2008/11/malzemeler-300x190.gif[/IMG]
Daha papirüsün en parlak döneminde ona zorlu bir rakip türemişti: Parşömen! Çok eski zamanlardan beri çobanlıkla geçinen uluslar yazılarını evcil ve yaban hayvanı derileri üzerine yazarlardı. Ama derinin yazı yazmaya uygun bir madde; yani, parşömen haline gelebilmesi için iyice terbiye edilmiş olması gerekti. Bakın bu nasıl olmuştu:
ANADOLU YİNE ÖNDE Eski Mısır’ın İskenderiye kentindeki kitaplıkta bir milyona yakın papirüs tomarı bulunuyordu. Bu kitaplığın zenginleşip büyümesinde, P(olo-me sülalesi’nden gelen Firavunlar çok çalışmışlardı. Böylece İskenderiye kitaplığı uzun yıllar boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir süre sonra bir başka kitaplık, Anadolu’daki Bergama kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı. O sırada hükümdarlık eden Mısır Firavunu, Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve ülkesinden Anadolu’ya papirüs gönderilmesini yasakladı.
133
Bergama hükümdarı da buna karşılık şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun ya da keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya uygun bir madde hazırlamalarını buyurdu. İşte o günden sonra Bergama, uzun süre dünyaya parşömen satan bir kent haline geldi.
Yunanca “Pergament” adını taşıyan Parşömen, doğduğu kentin (Pergamon) adını alarak böyle icat olunmuştu.
Parşömen, birçok bakımlardan papirüsten üstündü. Kırılacak diye korkmadan kesilebilir ve katlanabilirdi. Ama, parşömenin bu üstünlükleri ilkin pek görülüp bilinemedi. Parşömeni de tıpkı papirüs gibi dürüp büküp tomar haline getiriyorlardı. Kısa bir süre sonra parşömenin katlanabileceği ve defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı ayn yapraklardan di– kilmiş kitap da böyle ortaya çıktı.
Yaş keçi, koyun ya da dana derileri yumuşasın diye önce suda bırakılırdı. Sonra da bıçakla yağları kazınır ve küllü suya yatırılırdı. Bu durumdaki derilerin kılları bıçakla kolayca sıyrılırdı. Giderek bu temizlenmiş deriler tebeşirle oğulur ve sünger taşı ile parlatılırdı. Sonunda ince, sarımtırak ve her iki yanı düz ve parlak bir deri ortaya çıkmış olurdu.
Parşömen ne kadar ince olursa, o kadar değerli sayılırdı. Bütün bir tomarı bir ceviz kabuğuna sığdıracak kadar ince parşömen yapmak ustalığını gösterenler de çıktı elbet. Nite-Rim, İyi söz söylemekle tanınmış Romalı Ciceron, “İlİada”nın yirmi dört şarkısının bütününü içine alan küçücük bir parşömen tomarını gözleriyle görmüş olduğunu anlatır.
Derinin kenarları kocaman bir deri yaprak meydana getirecek şekilde kesilirdi. Bu yaprak ikiye katlanır ve
bundan birkaçının bir araya gelişinden de bir defter oluşurdu. Defterler, genel olarak İkiye katlanmış dört yaprak olurdu. Sonraları deriler dörde, sekize ve on altıya katlanmaya başlandı. Böylece derinin dörtte, sekizde, onaltıda biri büyüklüğünde olmak üzere çeşitli boylarda kitaplar yapıldı.
Papirüsün yalnız bir tarafına yazılırdı. Oysa, parşömenin iki tarafına da yazılmaya başlandı. Bu, büyük bir özellikti. Bütün bu yanlarına karşılık, parşömen daha uzun süre kesin olarak papirüsün yerini tutamadı. Parşömen, bir eserin temize çekilmesi için kullanılırdı. Ama müsvedder kitapçı dükkânına geldiğinde, bunlar, papirüs tomarlarına kopya edilirdi. Böylece bir yazarın eseri, balmumun-dan parşömene, parşömenden papirüse bir gezi yaptıktan sonra papirüs tomarı halinde okurlara kadar uzanırdı.
Fakat zamanla Mısır gittikçe daha az papirüs üretmeye başladı. Hele Araplar, Mısır’ı aldıktan sonra Mısır’dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o gün parşömen kesin bir zafere ulaştı.
Bu, pek de olumlu bir zafer değildir. Büyük Roma İmparatorluğu, bu olaydan birkaç yüzyıl önce kuzeyden ve doğudan gelen yarı ilkel kavimler -ce yıkıma uğratılmıştı.
Bitmez tükenmez savaşlar bir zamanlar zengin olan kentleri ıssız bir duruma getirmişti. Her geçen yıl yalnız bilginlerin değil, okuma-yazma bilenlerin sayısı da gittikçe azalmıştı. Parşömen, kitap kopya etmeye yarayan biricik araç olarak kaldığında, onun^üstüne yazı yazacak kişi de hemen hemen kalmamış gibiydi.
Romalı kitapçıların büyük kopya işlikleri çoktan kapanmıştı. Yalnız kral saraylarında, ağdalı bir dille mektuplar yazan yazıcılar kalmıştı. Bundan başka, kuytu ormanlar da ya da ıssız vadilerde kaybolmuş manastırlarda sevap işlemek İçin kitap kopya eden keşişlere de rastlamak mümkündü.
Daracık odasında ve uzun arkalıklı iskemlesinde oturan keşiş San Se-bastien’in yaşamı büyük bîr dikkatle kapyo ettiği kitaplar arasında geçiyordu. Acelesi yoktu. Kalemini sık sık kâğıdın üstünden kaldırarak bakar, dikkatle ve Özenle yazardı. Keşiş; yazıları ucu sivriltilmiş ve ortasından yarılmış bir kamış kalemle ya da bir kuş tüyüyle yazardı. En çok kullanılan kaz ya da karga tüyü idi.
KİTAP… KİTAP!..
O çağlarda kullanılan mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice »inen ve silinmesi kolay olmayan, o/rl, dayanıklı bir mürekkep icat oiııiituıi)hı. Hu mürekkep, bugün de
birçok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası), demİrsülfattan ve reçineden (ya da Arap zamkından) yapılırdı.
Mürekkep kozasını, mürekkep ağacında yetişen bir ceviz sananlar vardır. Sütten ırmaklar, pastadan duvarlar olmadığı gibi mürekkep ağacı da yoktur. Mürekkep kozası; gerçekte koza değil, bazan meşe ağacının kökünde, bazan kabuğunda ve bazan da yaprağında büyüyen şişler, urlardır. Bunların suyunu eritilmiş demirsulfat ile karıştırırlar. (Demirsulfat, demirin sülfrik asit İçinde eritilmesinden meydana gelen yeşi! renkli güzel (tllûrlar-dır). Bundan siyah renkli bir sıvı elde edilir. Bunu koyulaştırmak içinde içine Arap zamkı katılır.
İşte, artık kâğıdın icat edilmiş olduğu günlerden kalma eski bir elyazması kitapta bulunan ve o zamanki mürekkeplerin nasıl yapıldığını anlatan bir reçete:
“Mazıları bir Ren şarabı içine atarak güneşe ya da sıcak bîr yere bırakınız. Elde edilecek sarı suyu bir bezDen süzdükten ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir şişeye doldurunuz. Buna, unla karıştırılmış demir sülfat katınız. Sık sık, bir kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz.
Mazıların yeter derecede, Ren şarabının da mazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir: İstediğimiz ölçüyü tutturabilmeniz için de-mirsülfatı azar azar koyunuz. Mürekkebi kaleminizle kâğıdın üzerinde bir deneyiniz, İstediğiniz kadar siyah olmadığını görürseniz, koyultmak için biraz reçine tozu katınız, sonra da dilediğinizi yazınız!”
Bu eski mürekkepleri günümüzdeki mürekkeplerimizden ayıran şaşırtıcı bir özellik vardı. O mürekkeple yazıldığında önceleri yazının rengi çok soluk olurdu. Aradan bir süre.geçtik-.. ten sonra yazı kararırdı. Bizim şim-B diki mürekkeplerimiz ise, içlerine boya katabildiğimiz için daha iyidir. Bu nedenle de bunları yalnız okuyan değil, yazan da iyi görebilir.
Birkaç yüzyıl sonra, (yine keşiş takımından) para için çalışan yazıcılar ortaya çıktı. Bunlar artık “sevaba girmek” yerine satış için ve ısmarlama olarak kitapları temize çekiyorlardı.
Zamanla kitaba olan gereksinim de arttı. Giderek kitaplar çarşıda satılır oldu. Kitapçı dükkânlarından yalnız din kitapları değil; masallar, hikâyeler de satın almak mümkündü. Kentler ve ülkeler arasında kitap ticareti arttı. Yazıcılar, iş çevrelerinde ticaret mektupları yazmaya başladılar.
Parayla tutulmuş yazıcıların her harf üzerinde ayrı ayrı durmaya ve onu süslemeye vakitleri kalmamıştı. Artık, gerek kitap sayfalarında ve gerek büro mektuplarında yöntemine göre yazılmış; düzgün, okunaklı yazının yavaş yavaş nasıl acele yazılmış okunaksız yazılara yerini bıraktığını görmeye başlıyoruz.
Parayla tutulmuş yazıcı, kopya ettiği dua kitabını bitirirken eski alışkanlığa uyarak kendisi ile ilgili birkaç satır da yazardı. Gerçi kitap kopya etmeyi kutsal bir iş sayardı ama, dünya nimetini anımsatmayı ve emeğinin karşılığını istemeyi de unutmazdı.
îşte, Almanca yazılmış eski bir dua kitabı şu sözlerle bitiyordu:
“Bu dua kitabı, İsa’nın doğumunun 1475′inci yılı yazında, San Tho-mas yortusundan 12 gün sonra, Zürich ahalisinden Liechtensteinli Jean Herbert tarafından yazıldı. Bu dua kitabının yazılmasını, anasının, babasının ve bütün ailesiyle hemşehrilerinin ruhlarının istirahatı için Fussnach tarikatından rahip Martin ısmarladı. Bu dua kitabının fiyatı 25 Gulden’dir. Yazan için de dua ediniz!”
Bir dönemler nasıl papirüs parşömene yenildiyse, eninde sonunda parşömen de yerini hepimizin bildiği kâ-gıt’a bırakmak zorunda kaldı.
Romalıların icat ettiği balmumun^ dan kitapların neredeyse geçen yüzyılın başlarında, Fransız devrimine kadar kullanıldığını bilenler pek a£-dır. ‘” ‘
Balmumundan kitap, bizim cep defterlerimiz büyüklüğünde birkaç levhadan yapılmıştır. Her levhanın bir dikdörtgen biçiminde
oyulmuş olup buraya san ya da siyaha boyanmış balmumu doldurulur. Bu levhaların iki köşesinde delikler vardır. Bu deliklerden geçirilen kurdelalarla, levhalar birbirine bağlanarak bir kitap halini alırdı. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzlerinde balmumu bulunmazdı. Böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların silinmesinden korkulmazdı.
Bu levhaların üzerine neyle yazılıyordu?
Kuşkusuz, mürekkeple değil. Bu iş için bir ucu sivriltilmiş, öteki ucu yuvarlaklaştınlmış çelik kalemler kullanılıyordu. Kalemin sivri ucu ile yazar, daha doğrusu çizerlerdi. Yuvarlak ucu ile de, düzeltir ya da silerlerdi, işte bizim silmek için kullandığımız lastiklerin ilklerinden biri de buydu.
Balmumlu yazı tahtaları çok ucuzdu. Dolayısıyla karalamalar, notlar, günlük hesaplar, tezkereler, hatta mektuplar bile bunların üzerine yazılıyordu. Roma’ya uzak Mısır’dan getirilen papirüs pahalıydı. Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılıyordu.
Bu yazı tahtaları, dayanıklı olmak bakımından da çok elverişliydi, Mektubunu balmumundan yazı tahtası üzerine yazan bir Romalı, mektubunun cevabını da aynı yazı tahtası üzerine yazılmış olarak alırdı. Kalemin sivri ucu ile yazılan yazıları aynı kalemin yuvarlak ucuyla birçok kez silmek, sonra yeniden yazmak mümkündü.
O çağın genç yazıcılarına: ”Kaleminizin yuvarlak ucunu sık sık kulla-’ nımz!” (yani, yazdıklarınızı düzeltiniz!) diye öğüt verirlerdi.
“İyi kalemi Var”, (yani, “güzel yazı yazıyor!”) sözü bugün bile kul-lanılmaktadır.
132
Balmumunun rahatlıkla sil inebilmesi her zaman kolay değildi. Bazen gizli ve önemli mektupların yollarda bunları ele geçirenlerce silinmiş ya da değiştirilmiş bir duruma geldiği de olurdu. Bunu önlemek için de, gizli mektubun üzerine bir kat balmumu daha dökülür, bunun üzerine de: “Nasılsın, iyi misin? Bize yemeğe gel-sene!” gibi sudan birkaç söz yazılırdı. Böyle bir yazı tahtası gelince; üstündeki balmumu tabakası yavaşça kaldırılır, alt tabakadaki asıl yazı okunurdu. O dönemin mektupları tıpkı şimdiki evler gibi bir katlı da, birçok katlı da olabilirdi.
Taş üstünde dik ve düzgün duran Latin harfleri, Papirüs üzerinde yu-varlaklaşmış, balmumu üzerinde de okunmaz olmuştu.
Balmumu üzerinde yazılmış bir Romalı yazısını ancak bir paleograp-he, ya da esk; j ■ ;ı’ı uğraşan biri sökebilirdi. Bu işit: n anlamayanlarını da bu eğribüg.. ve bu kargacık burgacık yazıları sökmesi olanaksızdır.
Ancak şimdi kurşun kalemin ve ucuz kâğıdın ortaya çıkışından sonra balmumu levhalardan vazgeçi lebi İdi. Oysa, birkaç yüzyıl öncesine kadar hiçbir öğrenci kemerinde bir balmumu levha olmadan edemezdi..
Balmumu tahtalarını yalnız Öğrenciler kullanmıyordu. Papazlar, kilise hizmetleriyle ilgili emirlerini; şairler, şiirlerini; tüccarlar, hesaplarını ve soylu sevgililer, aşk mektuplarını ya da düello çağrılarını hep bunların üzerine yazarlardı. Bazıları gürgenden yapılmış, sağlam olsun diye üzeri deri kaplı, İçi içyağı karışık pis bir balmumu ile sıvalı biçîmsİz yazı tahtaları da kullanılırdı. Bazıları kızıl ağaçtan yapılmış zarif yazı tahtaları kul-tiiıulıklım gibi, fildişinden yapılmış,
<="" p="">
Bütün bu milyonlarca balmumlu levha rie oldu? Bizim bugün gereksiz kâğıtlara yaptığımız gibi onlar da çoktan yakıldı ya da çöpçülüğe atıldı. Gerçekte, iki bin yıl önce yaşayan bir Romalı tarafından yazılmış bu levhalardan her biri için neler verilmezdi!.. Romalılar döneminden kalma bu levhalardan pek azı korunabilmİştir. Bunlardan çoğu da Pompeİ'de Ceci-lius Yucıındtıs adlı bir bankerin evinde bulundu. Kent, komşusu olan Her-culanum ile birlikte Vezüv yanardağının püskürmelerinden birinde küllerle örtülmüştür. Bu yanardağ püs-kürtüsü olmasaydı, bu levhalar da günümüze dek gelemezdi. Roma papirüslerinden bugüne kadar gelenler, ancak Herculanım'da küller altında bulunan 24 tomardır.
[IMG]http://www.teknoloji.tc/wp-content/uploads/2008/11/malzemeler-300x190.gif[/IMG]
Daha papirüsün en parlak döneminde ona zorlu bir rakip türemişti: Parşömen! Çok eski zamanlardan beri çobanlıkla geçinen uluslar yazılarını evcil ve yaban hayvanı derileri üzerine yazarlardı. Ama derinin yazı yazmaya uygun bir madde; yani, parşömen haline gelebilmesi için iyice terbiye edilmiş olması gerekti. Bakın bu nasıl olmuştu:
ANADOLU YİNE ÖNDE Eski Mısır’ın İskenderiye kentindeki kitaplıkta bir milyona yakın papirüs tomarı bulunuyordu. Bu kitaplığın zenginleşip büyümesinde, P(olo-me sülalesi’nden gelen Firavunlar çok çalışmışlardı. Böylece İskenderiye kitaplığı uzun yıllar boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir süre sonra bir başka kitaplık, Anadolu’daki Bergama kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı. O sırada hükümdarlık eden Mısır Firavunu, Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve ülkesinden Anadolu’ya papirüs gönderilmesini yasakladı.
133
Bergama hükümdarı da buna karşılık şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun ya da keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya uygun bir madde hazırlamalarını buyurdu. İşte o günden sonra Bergama, uzun süre dünyaya parşömen satan bir kent haline geldi.
Yunanca “Pergament” adını taşıyan Parşömen, doğduğu kentin (Pergamon) adını alarak böyle icat olunmuştu.
Parşömen, birçok bakımlardan papirüsten üstündü. Kırılacak diye korkmadan kesilebilir ve katlanabilirdi. Ama, parşömenin bu üstünlükleri ilkin pek görülüp bilinemedi. Parşömeni de tıpkı papirüs gibi dürüp büküp tomar haline getiriyorlardı. Kısa bir süre sonra parşömenin katlanabileceği ve defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı ayn yapraklardan di– kilmiş kitap da böyle ortaya çıktı.
Yaş keçi, koyun ya da dana derileri yumuşasın diye önce suda bırakılırdı. Sonra da bıçakla yağları kazınır ve küllü suya yatırılırdı. Bu durumdaki derilerin kılları bıçakla kolayca sıyrılırdı. Giderek bu temizlenmiş deriler tebeşirle oğulur ve sünger taşı ile parlatılırdı. Sonunda ince, sarımtırak ve her iki yanı düz ve parlak bir deri ortaya çıkmış olurdu.
Parşömen ne kadar ince olursa, o kadar değerli sayılırdı. Bütün bir tomarı bir ceviz kabuğuna sığdıracak kadar ince parşömen yapmak ustalığını gösterenler de çıktı elbet. Nite-Rim, İyi söz söylemekle tanınmış Romalı Ciceron, “İlİada”nın yirmi dört şarkısının bütününü içine alan küçücük bir parşömen tomarını gözleriyle görmüş olduğunu anlatır.
Derinin kenarları kocaman bir deri yaprak meydana getirecek şekilde kesilirdi. Bu yaprak ikiye katlanır ve
bundan birkaçının bir araya gelişinden de bir defter oluşurdu. Defterler, genel olarak İkiye katlanmış dört yaprak olurdu. Sonraları deriler dörde, sekize ve on altıya katlanmaya başlandı. Böylece derinin dörtte, sekizde, onaltıda biri büyüklüğünde olmak üzere çeşitli boylarda kitaplar yapıldı.
Papirüsün yalnız bir tarafına yazılırdı. Oysa, parşömenin iki tarafına da yazılmaya başlandı. Bu, büyük bir özellikti. Bütün bu yanlarına karşılık, parşömen daha uzun süre kesin olarak papirüsün yerini tutamadı. Parşömen, bir eserin temize çekilmesi için kullanılırdı. Ama müsvedder kitapçı dükkânına geldiğinde, bunlar, papirüs tomarlarına kopya edilirdi. Böylece bir yazarın eseri, balmumun-dan parşömene, parşömenden papirüse bir gezi yaptıktan sonra papirüs tomarı halinde okurlara kadar uzanırdı.
Fakat zamanla Mısır gittikçe daha az papirüs üretmeye başladı. Hele Araplar, Mısır’ı aldıktan sonra Mısır’dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o gün parşömen kesin bir zafere ulaştı.
Bu, pek de olumlu bir zafer değildir. Büyük Roma İmparatorluğu, bu olaydan birkaç yüzyıl önce kuzeyden ve doğudan gelen yarı ilkel kavimler -ce yıkıma uğratılmıştı.
Bitmez tükenmez savaşlar bir zamanlar zengin olan kentleri ıssız bir duruma getirmişti. Her geçen yıl yalnız bilginlerin değil, okuma-yazma bilenlerin sayısı da gittikçe azalmıştı. Parşömen, kitap kopya etmeye yarayan biricik araç olarak kaldığında, onun^üstüne yazı yazacak kişi de hemen hemen kalmamış gibiydi.
Romalı kitapçıların büyük kopya işlikleri çoktan kapanmıştı. Yalnız kral saraylarında, ağdalı bir dille mektuplar yazan yazıcılar kalmıştı. Bundan başka, kuytu ormanlar da ya da ıssız vadilerde kaybolmuş manastırlarda sevap işlemek İçin kitap kopya eden keşişlere de rastlamak mümkündü.
Daracık odasında ve uzun arkalıklı iskemlesinde oturan keşiş San Se-bastien’in yaşamı büyük bîr dikkatle kapyo ettiği kitaplar arasında geçiyordu. Acelesi yoktu. Kalemini sık sık kâğıdın üstünden kaldırarak bakar, dikkatle ve Özenle yazardı. Keşiş; yazıları ucu sivriltilmiş ve ortasından yarılmış bir kamış kalemle ya da bir kuş tüyüyle yazardı. En çok kullanılan kaz ya da karga tüyü idi.
KİTAP… KİTAP!..
O çağlarda kullanılan mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları mürekkepten ayrıydı. Parşömen üzerine yazmak için deriye iyice »inen ve silinmesi kolay olmayan, o/rl, dayanıklı bir mürekkep icat oiııiituıi)hı. Hu mürekkep, bugün de
birçok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası), demİrsülfattan ve reçineden (ya da Arap zamkından) yapılırdı.
Mürekkep kozasını, mürekkep ağacında yetişen bir ceviz sananlar vardır. Sütten ırmaklar, pastadan duvarlar olmadığı gibi mürekkep ağacı da yoktur. Mürekkep kozası; gerçekte koza değil, bazan meşe ağacının kökünde, bazan kabuğunda ve bazan da yaprağında büyüyen şişler, urlardır. Bunların suyunu eritilmiş demirsulfat ile karıştırırlar. (Demirsulfat, demirin sülfrik asit İçinde eritilmesinden meydana gelen yeşi! renkli güzel (tllûrlar-dır). Bundan siyah renkli bir sıvı elde edilir. Bunu koyulaştırmak içinde içine Arap zamkı katılır.
İşte, artık kâğıdın icat edilmiş olduğu günlerden kalma eski bir elyazması kitapta bulunan ve o zamanki mürekkeplerin nasıl yapıldığını anlatan bir reçete:
“Mazıları bir Ren şarabı içine atarak güneşe ya da sıcak bîr yere bırakınız. Elde edilecek sarı suyu bir bezDen süzdükten ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir şişeye doldurunuz. Buna, unla karıştırılmış demir sülfat katınız. Sık sık, bir kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz.
Mazıların yeter derecede, Ren şarabının da mazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir: İstediğimiz ölçüyü tutturabilmeniz için de-mirsülfatı azar azar koyunuz. Mürekkebi kaleminizle kâğıdın üzerinde bir deneyiniz, İstediğiniz kadar siyah olmadığını görürseniz, koyultmak için biraz reçine tozu katınız, sonra da dilediğinizi yazınız!”
Bu eski mürekkepleri günümüzdeki mürekkeplerimizden ayıran şaşırtıcı bir özellik vardı. O mürekkeple yazıldığında önceleri yazının rengi çok soluk olurdu. Aradan bir süre.geçtik-.. ten sonra yazı kararırdı. Bizim şim-B diki mürekkeplerimiz ise, içlerine boya katabildiğimiz için daha iyidir. Bu nedenle de bunları yalnız okuyan değil, yazan da iyi görebilir.
Birkaç yüzyıl sonra, (yine keşiş takımından) para için çalışan yazıcılar ortaya çıktı. Bunlar artık “sevaba girmek” yerine satış için ve ısmarlama olarak kitapları temize çekiyorlardı.
Zamanla kitaba olan gereksinim de arttı. Giderek kitaplar çarşıda satılır oldu. Kitapçı dükkânlarından yalnız din kitapları değil; masallar, hikâyeler de satın almak mümkündü. Kentler ve ülkeler arasında kitap ticareti arttı. Yazıcılar, iş çevrelerinde ticaret mektupları yazmaya başladılar.
Parayla tutulmuş yazıcıların her harf üzerinde ayrı ayrı durmaya ve onu süslemeye vakitleri kalmamıştı. Artık, gerek kitap sayfalarında ve gerek büro mektuplarında yöntemine göre yazılmış; düzgün, okunaklı yazının yavaş yavaş nasıl acele yazılmış okunaksız yazılara yerini bıraktığını görmeye başlıyoruz.
Parayla tutulmuş yazıcı, kopya ettiği dua kitabını bitirirken eski alışkanlığa uyarak kendisi ile ilgili birkaç satır da yazardı. Gerçi kitap kopya etmeyi kutsal bir iş sayardı ama, dünya nimetini anımsatmayı ve emeğinin karşılığını istemeyi de unutmazdı.
îşte, Almanca yazılmış eski bir dua kitabı şu sözlerle bitiyordu:
“Bu dua kitabı, İsa’nın doğumunun 1475′inci yılı yazında, San Tho-mas yortusundan 12 gün sonra, Zürich ahalisinden Liechtensteinli Jean Herbert tarafından yazıldı. Bu dua kitabının yazılmasını, anasının, babasının ve bütün ailesiyle hemşehrilerinin ruhlarının istirahatı için Fussnach tarikatından rahip Martin ısmarladı. Bu dua kitabının fiyatı 25 Gulden’dir. Yazan için de dua ediniz!”
Bir dönemler nasıl papirüs parşömene yenildiyse, eninde sonunda parşömen de yerini hepimizin bildiği kâ-gıt’a bırakmak zorunda kaldı.
