Hİcretİ yaŞamak, ya da hİcretten feth-İ mÜbİn'e

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan zαzα
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
2
EXE RANK

zαzα

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
2 Şub 2009
Mesajlar
2,220
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
zαzα
Hicret önemli ve büyük bir tarihi hadisedir. Tarihî olan her hadise gibi bir kereliktir, olmuş ve bitmiş bir vakıadır. Bir ikincisi yoktur ve bundan sonra da olmaz.


Şekil ve suret itibariyle bir defa vaki olmuş, bir hadise olmakla beraber, diğer taraftan Hicret mânâ ve hakikatı itibariyle yaşanmak ve yaşatılmak suretiyle her zaman taze ve yeni tutulması gereken bir hadisedir. Hicret, ilahî, tabiî ve ictimaî kanun ve kaideleri bünyesinde bulundurur, bu kanun ve kaideler ise değişmez, ezelî ve ebedî gerçeklerdir. XIV asır sonra dünyaya gelmiş olan bizleri XIV asır evveline bağlayan ve uzun çağlar arasında bir münasebet tesis eden işte bu ezelî ve ebedî kanunlardır. Bir takım şekillerin ve görüntülerin arkasında gizli bu gerçeklere nüfuz etmek ve onları kavramaya çalışmak hicret hadisesinin yaşanmasını ve yaşatılmasını temin eder. Fakat perde ardındaki bu hakikatları bütün açıklığı ile görmek, görünce de mahiyetini idrak etmek kolay bir şey değildir. Bu sebeple ilim, fikir ve sanat adamlarımız için, perde ardındaki hicret gerçeğini görebildikleri ve anlayabildikleri ölçüde tasvir ederek, anlayabilecekleri bir dille halka anlatmaları hem insanlık hem de İslâmlık adına bir vazifedir. Bir zamanlar Mekke şehrinde yok olma tehlikesi ile karşıkarşıya kalan İslâm, Hicret vasıtasıyla bu şehire ve şehir halkına hâkim olduğu gibi, şimdi de dış baskılar ve iç bunalımlar sebebiyle sıkıntı dolu günler geçiren İslâm âlemi hicret gerçeğini görerek, doğru bir şekilde değerlendirerek ve sağlıklı bir biçimde uygulama alanına koyarak kendisi için bir kurtuluş kapısı, mahkumu olduğu güçlere hâkim olmak için bir çıkış yolu bulabilir.



KALEYİ İÇTEN FETH ETMEK ESASTIR AMA...

Kale içinden feth edilir. Esas olan budur ama yegâne çâre bu değildir. Bazan kaleyi içten feth etmek imkansız hale gelebilir. Bu takdirde dahi çare tükenmiş sayılmaz. Zira kaleyi dıştan kuşatarak feth etmek yolu açıktır. Bir yol kapanınca, diğer yollara başvurmak, ülküsü kurtuluş olanların vazgeçmedikleri bir kaidedir. Yüce Allah bir kapıyı kapatınca, mutlaka dokuz kapıyı, en azından diğer bir kapıyı açar, ilahî rahmetin bütün kapıları kapattığı görülmemiştir. Onun için çare tükenmez ve çaresizlik de hiç bir zaman için çare değildir. Azim ve ısrarla çalınan kapılar mutlaka günün birinde açılacaktır.



KALEYİ DIŞARDAN KUŞATMAK...

Kaleyi içten feth etmek çok güç veya imkânsız hale gelince yapılacak iş ümitsizliğe kapılmak, çaresizliği kabullenmek, batıla teslim olmak, zillet ve meskenet içinde yaşamaya razı olmak, zulme ve haksızlığa göz yummak değildir. Başka kapıları çalmak, değişik çarelere müracaat etmek ve yeni tedbirlere tevessül etmek gerekir. ülkesini ve ülküsünü dahilden hakim kılmak ve kurtarmak imkanı kalmayınca, vatanını terk ederek yabancı memleketlerde mücadelesine devam eden, sürgünde hükümetler kuran ve ülkesine muzaffer olarak dönen pek çok azimli, fedakâr, devlet, fikir ve ideal ad*****n isimlerini tarih kaydeder.

Rasul-i Ekrem, İslâm’ı Mekke’ye hâkim kılmak için, 23 senelik tebliğ müddetinin 13 senesini içte mücadele vermek suretiyle başarıya ulaşmak için harcadı. 18 sene sonra öyle bir noktaya gelindi ki, düzenlenen bir süikastle İslâm davasının bayraktarlığını ve önderliğini yapan Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırarak, bu dâvâya son vermek muhtemel olmaktan çıktı ve muhakkak hale geldi. İşte bu durum karşısında, vatanında çaresizlik içinde kalan Hz. Peygamber, vatanını ve o vasıta ile insanlığı kurtarmanın çaresini vatanın haricinde aramaya mecbur oldu, başka çaresi kalmadı. İşte yaşayan, yaşanan ve yaşatılan hicretin ilk kaidesi budur. Yani bütün çareler tükenene kadar dahili mücadeleye devam etmek, başka hiçbir çare kalmadığı zaman mücadeleyi dışarda devam ettirmek kasd ve niyeti ile bulunulan yeri terk etmek, fakat en kısa zamanda ve en seri bir şekilde eski yere tekrar dönmek azmi ile.

Yazık ki, asırlardan beri ülkeleri istilaya uğradığı ve işgal edildiği için göç eden müslümanların eski vatanlarına dönmeleri ender görülen bir hadise haline gelmiştir. Aksine eski göçmenlere, muhacirlere ve mültecileri yenilerinin eklenmesi adet olmuştur. İşte yaşamayan, yaşanmayan ve yaşatılmayan hicret de budur. Aslında bu göçtür, hicret değildir. İntikaldir, mühacerat değildir, meskenettir, şeref değildir. Zillettir, izzet değildir. Bundan daha kötüsü düşman işgaline uğramış İslâm ülkelerinin kurtuluşundan söz edilmesinin dahi yadırganır hale gelmesidir. Hz. Peygamber Mekke’den Hicret etmiştir, ama sadece feth-i mü’bin için!



HİCRETTE İSAR

Hicret İsar’ın, yani civanmertliğin, yiğitliğin, fedakârlığın, feragatın ve diğergamlığın en güzel örneğidir. Rasulüllah’ın, içinde doğduğu, büyüdüğü, hısım ve akrabalarının bulunduğu, gönlü ve ruhu ile bağlı olduğu Beytullah’ın yer aldığı mübarek bir şehri terk etmesi bir fedakârlık örneğidir, dâvâsı için göze aldığı bir feragattır. Bundan daha önemlisi Rasul-i Âli-şân, dâvâsının uğruna başkoymuş olması ve bu yolda başkoyma fedakârlığını gösteren seçkin şahsiyetler bulunmasıdır. İsar’ın en güzel tariflerinden biri şudur: Başkasının hak ve menfaatini kendi hak ve menfaatinden önde tutmak (bk. Haşr, 9). Yani önce can sonra cânan değil, tam tersine önce cânan, yani dâvâ, sonra can.



FEDAKÂRLIK RUHUNUN VE İSAR

ŞUURUNUN YAŞAMASI

En güzel örneklerini hicrette gördüğümüz isar şuuru İslâm cemiyetinde yaşamış, gelişmiş, bilhassa tasavvufta bu ruh son haddine kadar olgunlaşmıştır. Kuşeyri, isar ve fedakârlık anlayışını fütüvvet başlığı altında incelemiş, Hucviri ise Keşfu’l-Mahcub’da, çeşitli tasavvufi cereyanları ve bunların müessislerini ve mümessillerini anlatırken isar meselesine temas etmiş, Ebu Hüseyin Nuri (ö. 2956907) yi bu hareketin temsilcisi olarak tanıtmıştır. Kaynakların ittifakla bildirdiklerine göre Gülâm Halil isminde bir hoca, Nuri ve diğer sûfi arkadaşlarını: Bunlar zındıktırlar, diye o devrin halifesi el-Muvaffak’a şikayet etmiş, kendine göre bir takım deliller ve vesikalar bularak, Sûfilerin idam edilmeleri gerektiğine dair Halifenin ferman çıkarmasını sağlamış. Bunun üzerine Nuri ve arkadaşları zincirlere vurularak celladın önüne çıkarılmışlardı. Cellad eline kılıcı alarak, Rukâm isimli sûfinin boynunu vurmaya teşebbüs etmekle işe başlamış, fakat tam bu esnada Nuri oturduğu yerden fırlayarak celladın önüne gelmiş ve önce beni idam edin demişti. O zaman kendisine: Ey fetâ, yani ey fütüvvet ehli ve civanmert, bu kılıç öyle senin yaptığın gibi gönüllü olarak karşısına çıkılacak bir şey değildir. Senin sıran daha gelmedi, biraz daha yaşama hakkın var, demişler ama o: Evet ama ben isarı esas almış bir kimseyim, yolum civanmertliktir. Dünyada en aziz şey yaşamaktır. Sayılı olan bir kaç nefesimi şu arkadaşlarım için feda etmek istiyorum. Çünkü dünyadaki bir nefes, ahiretteki bin seneden benim için daha aziz ve daha değerlidir. Zira burası hizmet mahalli orası kurbet (ve Allah’a yakın olma) makamıdır. Kurbet ise hizmet nisbetinde olur, demişti. Bu sözleri işiten cellad bir postacı ile durumu halifeye bildirdi. Halife durumu öğrenince, bu hal içinde bile Nuri’nin tabiatında mevcut olan rikkatten ve sözündeki incelikten hayrete düştü. İnfazların durdurulmasını emretti. Bir soluk alacak kadar fazla yaşamak imkanı varsa, dostum, yoldaşım, arkadaşım ve din kardeşim yaşasın, diye kendisinin bir nefeslik yaşama süresini bile seve seve ve gönüllü olarak feda etmekten ibaret olan isar örneği budur.

Yermuk savaşında can çekişen ve bir damla suya şiddetle ihtiyacı olan gazilerin, aynı durumdaki diğer yaralı yoldaşlarını kendilerine tercih ederek su içmeleri de bunun bir misalidir.

Hucviri, bir zahidin şöyle dua ettiğini nakleder; “Yâ Rabb; vücudumu cehenneme at ve o kadar büyüt ki, tevhid ehli olan bütün günahkârların yerini tek başıma ben kaplayayım ve cehennemde yer kalmadığı için onlar da cennete gitsinler! Bu dua Bayezid Bistami’ye de atf edilir. Cafer Huldi, Nuri’nin tek başına ve ıssız bir yerde iken şöyle yalvarıp yakardığını işitmişti: Yâ İlahî: Sen cehennemliklere azap ediyorsun. Halbuki bunların hepsi senin mahlukatındır. Senin ilmin, kudretin ve ezeli iraden sayesinde vardırlar. Şayet behemahal cehennemi insanlarla dolduracaksan, cehennemi ve cehennemin bütün tabakalarını benimle doldurmaya, onları da cennete göndermeye kâdirsin! öyle yap Rabbim! Ebu Hüseyn’in tasavvufta açtığı çığıra: “Nuriye” (Nurculuk) denilmektedir. Tasavvufi konularla ilgili olarak nasihat isteyen birine Ruveym: Evladım bu yolda can feda etmek esastır, aksi halde tasavvuftaki dedikodularla uğraşma, demişti. Gerçekten de bu yolda başlar kesilir, hiç soran olmaz, canlar verilir, katiyyen arayanlar olmaz.

Ahmed b. Hammad Serahsi anlatıyor: Çölde yolculuk yaparken acıksam da azığımı benim gibi acıkmış birine versem ve bu suretle bir isar örneği versem, diye düşünüyordum. Derken bir arslan çıkageldi, develerimin birini parçaladı. Sonra bir tepeye çıkarak, sesinin çıktığı kadar kükredi. Bunun üzerine o bölgede bulunan bütün yırtıcı hayvanlar, kurt, çakal, tilki vesaire arslanın etrafında toplandı, arslan bunları aldı, parçalanmış devenin yanına getirdi. Bu deveyi onlara yedirdi, kendisi hiçbir şey yemeden orada bekledi, o hayvanlar gittikten sonra yedi. Bu sırada uzakta topal bir tilki göründü. Arslan onu görünce çekildi, tilki karnını doyurup gittikten sonra ihtiyacı kadar yedi ve oradan savuşup gitti. Ben bu manzarayı uzaktan seyr ediyordum. Arslan geri döndü ve gayet fasih bir lisanla: Ey Ahmet, bir lokma ekmekten fedakârlık edip onu başkalarına vermek köpeklerin yaptığı bir iştir. (Tavuk bile kendinden önce civcivini düşünür) “Ricalullah ve merdân-ı Huda” denilen Hak erenler ruh ve can feda ederler, bunu böyle bil, dedi.



AHLÂKÎ VE MÂNEVÎ HİCRET:

(MEN KÂNE HİCRETÜHÜ İLALLÂHİ VE RASULİHÎ...)

Hicret lügatte terk etmek, bırakmak ve ayrılmak manasına gelir. Bu duruma göre hicrette bir terk edilen bir de alınan, bir ayrı kalınan bir de varılan yer ve şey vardır. Kötü ve çirkin huylardan iyi ve güzel huylara gitmek bir hicrettir. İsyan, tuğyan ve günahkâr olma haline son vererek itaat, inkiyad ve ibadet haline dönmek de bir hicrettir. Hicret batılda isar etmekten Hakk’a rücu etmektir. Süflî ve behimi hisleri bırakarak ulvi ve ilahi vasıflarla bezenmektir. Yanlışı bırakarak doğruya, eğriden uzaklaşarak gerçeğe yönelmektir. Bu duruma göre kötüden, yanlıştan, çirkinden, batıldan, günahtan, süfli arzulardan uzaklaşarak iyiye, doğruya, güzele, Hakk’a sevaba ve ulvi arzulara doğru yapılan yolculuk her an yaşayan ve yaşanan ve yaşatılan, daha doğrusu böyle olması icab eden bir hicrettir. Hadiste: Kimin hicreti Allah’a ve Rasulüne ise... şeklinde ifade edilen hicret bu hicrettir.



ELEST BEZMİNDEN HİCRET

Hak Teâlâ dünyayı yaratmadan önce bütün ruhları yaratmıştı. O zaman ruhlar, melekut aleminde cünûd-i mücennede idi, yani ruhlar aleminde toplu halde bir arada bulunmakta idi. Sonra mülk alemi denilen bu fâni ve yalancı dünyayı yarattı. Bir zaman geçtikten sonra melekût âleminden mülk alemine ruhların göçü başladı. Bu göç ve hicret hâlâ devam etmektedir ve kıyamete kadar da sürüp gidecektir. Diğer taraftan dünyada gurbet hayatı yaşayan gariban ruhlar, burada kalma sürelerini doldurunca, tekrar vatan-ı aslilerine ve esas yurtları olan melekût alemine dönmekte, o istikamette tekrar yolculuk yapmakta ve böylece ilk hicreti ikinci hicretle tamamlamaktadır. Hz. Peygamber’in hicretinden maksat ne ise ruhların hicretinden gaye de odur. Hz. Peygamber hicret sayesinde Mekke’de yapamadığını Mekke haricinde yapmış, dışarda güçlenip ikmal yaptıktan sonra muvaffak, mansur ve muzaffer olarak tekrar Mekke’ye dönmüştü. Fakat arada geçen zaman içinde bir çok müşrik, Bedir’de olduğu gibi esfel-i safiline yuvarlanıp gitmişlerdi. Aradan geçen zamanı akıllıca ve kendi lehlerinde değerlendirenler ise, Uhud’da olduğu gibi kanat açarak â’lây-i illiyîn’e yükselmişlerdi. Ruhlar için de durum böyledir. Dünyada kalma sürelerini akla ve dinin emirlerine uyarak en uygun biçimde değerlendirenler, eskiden melekût aleminde işgal ettikleri mevkilerin üstünde makamlar elde ederler. Eskiden olduğundan daha çok Allah’a yakın olma haline ererler. Fakat dünyadaki mahdud ve muayyen süreyi şehvetlerine, şeytana, süfli, behimi ve nefsâni arzularına uyarak geçirenler ikinci göç esnasında geride kalır, yolunu şaşırır, karanlıklarda kaybolur ve esfel-i safiline yuvarlanıp giderler. Dünyaya gelmeden evvelki hallerini bir daha rüyalarında bile göremezler. Tasavvuftaki kavs-i nüzul ve tenezzülat veya kavs-i uruç ve Hadanıt dedikleri göç, biri aşağı, diğeri yukarıya doğru olmak üzere iki yönlü olan bu göçtür. Bu yolda galib olan ruhlar fatih olan ruhlardır. Fetihler ve fütuhat bu ruhların gayesidir. Hicretten sonra mutlaka bir fetih, hatta futuhat olmalı, aksi halde hicret hakkiki hicret olmaz.



HİCRETTE HÂRİKULÂDE HALLER:

a) İbn Hişam diyor ki: Rasulüllah, Mekke’de evinden çıkınca, çevrede tertibat alarak evini kuşatan suikastçıların üzerine bir avuç toprak serpti. Bu sırada Yasin suresinin ilk dokuz ayetini okuyordu. Bu ayetleri okumayı bitirdiğinde, her görevli süikastçının üzerine bir parça toprak düşmüştü. Hak Teâlâ onların görme duyusunu aldığından, hiçbiri Rasulüllah’ın evinden ayrılıp gittiğinin farkına varmamışlardı.

b) Rivayete göre Rasulüllah Sevr mağarasına girip orada gizlenince, bir çift güvercin gelmiş, mağaranın ağzına yuva yapmışlardı, kendisini takip eden suikastçılar mağaranın yanına kadar geldikleri halde, güvercinlerin yuva yaptığı bir yerde in-cin bulunmaz, diyerek içeriye girmemişlerdi.

c) Rasulüllah’ın Mekke’den ayrıldığını öğrenen müşrikler, kim Muhammedi yakalar ve kendilerine teslim ederse, mükafat olarak yüz deve vereceklerini vaad etmişlerdi. Putperest cengaverlerden Süraka b. Malik bunu haber alınca, atına binerek Medine’nin yolunu tutmuş, fakat dört nala giden atının tökezlediğini görmüş, bu durum kafasında bazı tereddütlerin uyanmasına sebep olmuşsa da yine atını dört nala kaldırarak yoluna devam etmiş, fakat bir müddet sonra atının tekrar tökezlediğini görmüş, aynı hareket bir daha tekerrür etmiş. Süraka’nın morali iyice bozulmuş, fakat uzakta Rasulüllah’ı görecek bir mesafeye de gelmişti. Lakin tam bu sırada aniden atının ön ayakları kuma saplanınca, kendisi de yere yuvarlanmıştı. Bundan sonra da etrafının bir dumanla kaplandığını görmüştü. Süraka diyor ki: Bu durumu görünce, manevi bir gücün beni bu işten men ettiğini anlamıştım. Hemen sesimin çıktığı kadar bağırdım: Ben Süraka’yım, temin ederim ki, size benden zarar gelmeyecektir. Rasulüllah’ın emri ile Hz. Ebubekir Süraka’ya ne istediğini sormuş, o da: Bir kağıt yazın da, bu benim için bir ayet ve berat olsun, demiş ve isteği yerine getirilmişti. Dikkat edilmeli ki, Rasulüllah’ı korkutma ve yakalama gücünü kendinde gören Süraka, daha onu görmeden morali bozulmuş, görünce de ondan korkan ve kurtuluş çaresini ona sığınmada gören bir duruma düşmüştü.

d) Allah’ın Rasulü üzerine Sekinet indirmesi ve O’nu cünûd ile teyid etmesi: Rasulüllah, mağarada iken öyle bir an gelmişti ki, kendisinin peşine düşen katillerin ve canilerin konuştukları sözler mağarada duyuluyordu. Düşmanları kendisine bu derece yakınlaşmışlardı. Hz. Ebubekir’in derin bir endişesinin ve teessürün içine gark olduğu halde, Rasulüllah’ın kuvve-i maneviyyesi hiç bozulmamış, morali sapasağlamdı. Tam manasıyla tevekkül ve teslimiyet halinde idi. Zira, meali yukardı verilen Tevbe suresinin 40. ayetinde de belirtildiği gibi, Allah O’nun üzerin sekineti indirmiş, kalbini güven ve yüreğini cesaret duygularıyla doldurmuştu, ayrıca görünmeyen askerlerle kendisini takviye etmiş ve desteklemişti. Görünmeyen bu manevi güçler meleklerdi, iman kuvveti idi. Hicret esnasında vukua gelen bu nevi harikulade hadiselerin manası, Allah Teâlâ’nın hak yolda olanları yalnız bırakmayacağı, bu gibi şahıslar ne kadar zor durumda kalırlarsa kalsınlar er geç ilahi inayetin ve Rabbani nusratın kendilerine ulaşacağı, iman gücü fazla ve kuvvetli olanlar karşısında fiziki kudrete sahip olanların eğileceği ve diz çökeceği şeklinde izah edilir. Bu bakımdan da Hicretteki harikulade haller yaşamalı, hatırlarda muhafaza edilmeli ve nesilden nesile aktarılarak hicret ruhu taze tutulmalıdır.



HİCRET YURDUNDAKİ ŞENLİKLER

Rasulüllah, hicreti başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş, bu başarı Medine’li müslümanları da, daha evvel buraya hicret etmiş olan Mekkeli muhacir müslümanları da neşe ve surura gark etmişti. Tehlike son bulmuş, emniyet gelmişti, endişe zail olmuş, güven hakim olmuştu, dert ve gam bitmiş, yerini sevinç ve neşeye bırakmıştı. Matem havası bayram havası haline gelmişti. Semadaki bulutlar dağılmış, güneş bütün şa’şaası ile ortalığı aydınlatmıştı. Artık sevinmek ve şenlikler düzenlemek mü’minlerin hakkı olmuştu.

Ankaravi, Huccetu’s-Sema’da diyor ki: Hz. Nebi, Medine’ye geldiklerinde bazı müganniye hatunlar şiir inşad edip, def ve elhanla istikbal edip: Veda tepelerinden üzerimize bir ay doğdu... mısraı ile başlayan şiiri okurlardı. O Hazretin küdumü sebebiyle olan süruru izhar için bu ahvali iderlerdi ve bu sürur, sürur-i Muhammedi’dir. Zaferden sonra şenlik, muvaffakiyetten sonra tebrik, galibiyet ve kurtuluştan sonra sevinmek ve neşelenmek müslümanın en tabii hakkıdır.



HİCRETTEN FETH-İ MÜBİNE

Rasulüllah, hiçbir imkanın kalmadığı ve bütün kurtuluş ihtimallerinin ortadan kalktığı bir zamana kadar Mekke’den ayrılmadı. Dâvâsını orada savundu. Fakat dâvâsını burada başarıya ulaştırma imkanı kalmayınca, en kısa zamanda ve tekrar geri dönmek kast ve azmi ile Mekke’den ayrıldı. Kısa sürede Mekke’ye muzaffer olarak girmek suretiyle feth-i mübin hadisesi ile hicreti noktaladı. Yazık ki Osmanlı Devleti 1683 Viyana bozgunundan sonra takriben iki asır süre ile devamlı olarak Balkanlar’da, Kırım ve Kafkasya’da toprak kaybetti. Hristiyanlar tarafından bu topraklardaki müslümanlar hicrete mecbur edildi ve işin en acı yanı aradan asırlar geçtiği halde bu müslümanlar bir daha yurtlarına dönme imkanını elde edemedi. Aynı süre içinde önce Çarlık Rusya’sı ve sonra Komünist Rusya doğudaki İslâm ülkelerini teker teker ele geçirdi ve eline geçirdiği İslâm ülkeleri ve milletleri ne içten ne de dıştan 1991’e kadar bir kurtuluş imkanına da sahip olamadı. Filistin’i işgal eden yahudiler tarafından tehcir edilen müslümanlar da yurtsuz kaldı, Filistinli muhacir ve mülteci müslümanlar meselesi İslâm’ın kanayan bir yarası haline geldi. Çeşitli Asya ve Afrika ülkelerinde benzeri hadiseler vukua gelirken ve müslümanlar bir feth-i mübin beklerken Afganistan Kızıl ordu tarafından işgal edildi. Afganistan’dan Pakistan’a bir hicret başladı. Karabağ’da, Çeçenistan’da, Bosna’da ve Kosova’da hicret olayları yaşandı.

Bütün bu hadiseler göstermektedir ki, müslümanların en hızlı ve en makul yoldan feth-i mübine ulaşmaya şiddetle ihtiyaçları vardır. Hicret ruhunun canlı, taze ve yeni tutulması, böylece yaşaması, yaşanması ve yaşatılması sayesinde en kısa sürede feth-i mübini gerçekleştirmek hiç de zor olmayacaktır.

Rabbim müslümanlara feth-i mübini nasib eyle! Allah’ım artık mahcur İslâm memleketleri feth edilmiş müslüman diyarı, muhacir mü’minleri de fatih mü’minler haline gelsinler. Göç! Göç! Göç! yeter ya İlahi! Artık Zafer! Zafer! Zafer!, Hicret Hicret! Kâfi Mevlâm! Bundan böyle Fetih! Fetih! Fetih!



Tecelli etmedin bir kere, Allah’ım Cemalinle

Şu üçyüzelli milyon ruhu öldürdün celâlinle!

Okunmuş eğlenirken senin -hâşâ- zevâlinle

Nedir ilhadı imhalin o sâmit infiâlinle

Nedir İslâmı tenkilin bu müsta’cel nekâlinle

Sus ey divâne! Durmaz kainatın seyr-i mutadı

Ne sandın- Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bu gün sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı,

Evet sen kendi ikdamınla kaldır git de bidâdı,

Cihan kanun-ı sa’y’in, bak, nasıl bir hisle münkadı

Ne yaptın?: “Leyse lil’insâni illâ mâ seâ” vardı....
 
Geri
Üst