Çocuk Psikolojisi ve Detaylı Açıklamalar

Çocukta Optimal Endişe Nedir?

Beklenen şey çocuğun belirli bir düzeyde ortaya çıkan endişeyle başa çıkabilmesidir. Bu optimal düzey çocuğun yaşı ve duygu durumuna göre değişebilir. Bunun için bir matematik formülü yoktur. Yeni doğan bir bebeğin acıktığında, strese girmeden yiyeceği bekleyebilmesi istenemez. Bununla birlikte büyüdüğünde dürtülerini kontrol edebilir ve isteklerini erteleyebilir.
Anneyi yemeğini hazırlarken görmesi onun güven içinde beklemesine neden olur. Ebeveynin destekleyen ve dengeli tutumları çocuğun endişeyle başa çıkmasını yardım eder.
Eğer endişe iyi ele alınırsa yararlı bir duygu olduğu söylenebilir. Endişe henüz oluşmamış bir durumun tehlikeli olabileceği ile ilgili sinyal verir. Bu çocuğun tehlikeyle başa çıkma yollarını aramasına yardım eder. Bu araştırma, çocuk tarafından bulunan çözümler, endişenin zevkli bir keşfe dönüşmesine yol açabilir.
 
Çocuklarda Anksiyete Doğuran Etkenler

Çocuklarda Anksiyete Doğuran Etkenler


Ebeveynden sık ve uzun süreler ayrı kalmak,
Ebeveynin, çocuğu kontrol etmek adına kullandığı şu tip sözcükler; ‘Eğer sözümü dinlemezsen seni terk edeceğim’, ‘Seni sevmiyorum’,
Çocuğu eleştiren ifadeler; ‘Sen çok inatçısın, kötüsün, aptalsın, beceriksizsin’,
Çocuğun yaptığı bir şeyle ebeveynine zarar verdiğini düşünmesine yol açan ifadeler; ‘Sen beni öldüreceksin’, ‘Bana kalp krizi geçirteceksin’
Dayak gibi fiziksel cezalar,
Ebeveynin çocuğun güvenliği ile aşırı ilgilenmesi. Onun daha dikkatli olmasını sağlamak için sürekli uyarması; ‘Düşeceksin, yaralanacaksın’ gibi,
Aşırı endişe ebeveynden çocuğa geçebilir ve çocuk dünyayı tehlikeli bir yer olarak algılayabilir. Çocuk içinden gelen keşfetme dürtüsüyle ebeveynden gelen mesaj arasında çelişkiye düşer, Ebeveynin çocuğun bilişsel kapasitesiyle aşırı il gilenmesi.Çocuğun bilgisini test etmek, sürekli bir şeyler öğretmeye çalışmak çocukta performansı ile ilgili endişe yaratabilir,
Ebeveynin çocuğun iç dünyası ve duygularına aşırı dikkat etmesi. Çocuğun ne hissettiğini, duygularını anlamaya çalışması. Bu durumda çocuk sahip olduğu negatif hislerden dolayı endişe duyabilir. Şunu düşünebilir; ‘Ben üzgün, mutsuz olduğumda ailemde mutsuz oluyor. Benden beklenen hep mutlu olmam’
 
Çocuklukta Endişe Kaynakları

Çevremizde tehlikeli birşeyler olduğunda ilk tepkimiz endişelenmek olur. Hoşa gitmeyen bir durum olduğunda bununla başa çıkmamızı sağlayan bir rol oynar.
Aşağıda yaşamın ilk yıllarındaki endişe kaynakları ve çocuklukta endişenin ortaya çıkışıyla ilgili bilgiler bulacaksınız.
Yapılan araştırmalar bebeğin anne karnındayken üzgün, mutlu ve korku ifadeleri sergilediğini bulmuşlardır. Bebekler doğar doğmaz annenin sesini, kokusunu tanır ve tercih eder. Bu durum, bebeğin ihtiyaçlarını düzenlemesi için, anneyi bir partner olarak kabul etmesine yardım eder. Bebekte endişeye yol açan öğeler daha çok temel ihtiyaçları ile ilgilidir (doyurulmak, kucaklanmak, öpülmek, altının değiştirilmesi..). Anne bu ihtiyaçları düzenli olarak karşılayabildiğinde stres faktörleri elemine edilmiş olur. Ancak ihtiyaçlar karşılanmazsa ilk endişeler ortaya çıkmaya başlar. Bebek çevreye karşı güvenini kaybeder. 12 aylık bir bebeğin ilişkilerinde bir hiyerarşi vardır; anne, baba, bakıcı, büyükanne ve büyükbaba. Onlardan ayrıldığında protesto ve direnç ortaya çıkar. Ayrılık endişesi 18 ayda en üst düzeydedir. Çocuk büyük bir paradoks yaşar. Bir yandan anneden uzaklaşıp çevreyi keşfetmek ister bir yandan da annesinin yanında olmak ister. Ondan hem yardım ister hem istemez. Gerçekte beklediği, uzaklaşıp keşfetmek istediğinde izin verilmesi ama dönüp yardım istediğinde de anneyi yanında görebilmesidir. Bu sağlanamazsa endişe duyabilir.
Büyüyen çocuk doğru ve yanlış davranışları farketmeye başlar.Yaptığı bir hareketten dolayı anne babasının ona kızmasıyla onların sevgisini kaybettiğini düşünür. Onun için, ebeveynin kızması bunun bir kanıtıdır. Bilişsel sınırlılıkları vardır. Kızgınlığı sevgi kaybı gibi görüp endişeye düşebilirler. Bu nedenle kızgınlık sonrası duyguları konuşmak ve sadece davranışa kızıldığını ifade etmek çok önemlidir.
Yaşamın ikinci yılında tuvalet eğitimi endişeye neden olabilir. Baskılı eğitim çocuk için önemli bir endişe kaynağıdır. Yine bu dönemde cinsiyet farklılıkları endişeye yol açabilir. Farkındalık 15 ay civarı gelişir ve iki yaş civarı artar.
Çocuğun sahip olduğu ya da diğer cinsiyete göre sahip olamadığı şey onda endişe yaratabilir.
 
Oyunun Katkıları

Oyun Tercihini Etkileyen Faktörler
Çocuklarımıza Oyun ve Oyuncak Seçerken Dikkat Etmemiz Gereken Noktalar

Oyun, çocuğun fiziksel, zihinsel, dil ve sosyal kapasitesinin gelişmesine fırsat vererek toplum içindeki sosyal rolünün, özdeşiminin ve kendini diğer bireylerden ayıran özelliklerin farkına varmasını sağlar. Çocuk oyun sırasında kendisini ve çevresiyle ilgili bilgileri ifade etme olanağı bulur.

Oyun, çocuğa kurallara uymayı, sorumluluk almayı, işbirliğini ve diğer insanlara saygılı olmayı öğretir. Ayrıca girişimci olma, tehlikeyi göze alma, karar verme ve problem çözme yeteneğinin gelişmesine yardımcı olan önemli bir unsurdur. Bunların yanı sıra, oyun sırasında çocuğun kendisine güvenini geliştirme, duygusal ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamada, kendi kendine yeterli olabilme gibi nitelikler kazandırır.

Çocuğun benlik gelişiminde ve sosyalizasyonunda oyun etkili bir gelişimsel süreçtir.

Oyun, çocuğun dikkatinin yoğunlaştırılması ve bunun sürdürülmesine olanak sağlar. Oyun sırasında dikkatini bir noktaya toplama deneyimleri yapan çocuk bunu günlük yaşantısına da aktaracaktır.

Oyun oynayan çocuk, zaman ve mekan kavramlarına ait bilgileri çok doğal bir ortam içinde öğrenir. Grup oyunlarında bekleme, devam etme, başlama, bitirme, gibi durumlar zaman kavramının yaşam içinde özümlenmesini sağlar. Ayrıca, bahçede, sınıfta değişik köşelerde yapılan etkinlikler de mekan kavramının gelişimini destekleyici niteliktedir. Bunların yanı sıra, çocuk oyun içinde oyun materyallerini değişik durumlarda kullanarak, renkleri birbirine karıştırarak, nesneleri bir kaba doldurup boşaltarak materyallerin niteliksel ve niceliksel özellikleri hakkında bilgi edinir.

Oyun Tercihini Etkileyen Faktörler
Oyun gelişimini etkileyen faktörler( yaş, sosyoekonomik düzey) aynı zamanda oyun tercihini de etkilemektedir. Bunlardan başka çevre düzenlemesi, materyal seçimi, eğitimcinin fonksiyonu, çocuğun oyun tercihini etkileyen diğer faktörlerdir.

Çevre Düzenlemesi ve Materyal Seçimi
Oyun, doğal, planlanmamış ve açıkça yapılandırılmamış etkinliklerse de, oyun aracılığıyla rastlantısal ve planlanmış öğrenmenin oluşması için, çocuğun yararlanabileceği şekilde çevrenin organizasyonu ve uygun materyal seçimi içeren bir hazırlığın yapılması gereklidir.

Oyun ortamı çocuğun güven duyabileceği ve kolayca maniple edebileceği şekilde düzenlenmelidir. Çocuğun yetenekleri ilgileri ve gelişim düzeyi doğrultusunda, fizik ve zihin gücünü geliştirebilecek bir düzenleme yapılmalıdır. Çocuğun kapasitesi gözönünde bulundurularak ne aşırı uyarıcı yüklü, ne de potansiyelini kullanabileceğinden az uyarıcılı olmalıdır.

2.Çocuğa Ait Özellikler
Çocuklar, kendi kendilerine oynarken ya da arkadaşlarıyla oynarken, YAŞ ve CİNSİYET’ leriyle ilişkili olarak, zihin, fizik özelliklerine göre oyuncak seçerler. Çocuklar cinsel kimliklerinin bilincine vardıkları dört yaşından itibaren cinsiyet tipli oyuncakları seçerler.

Oyun gelişimini etkileyen faktörler;

1 - Yaş: Çocuğun yaşı, oynanan oyun tipini etkileyen en önemli faktördür. Oyun, dil, zihin, sosyal ve motor gelişim özelliklerinin yansıtıldığı bir aktivitedir. Dolayısıyla oyun, çocuğun yaşına paralel olarak bir değişim ve gelişim göstermektedir. Oyun oynama sürecinde çocuk, sosyal bir birey olarak tek başına oyundan, sosyalize olmuş oyuna doğru bir geçiş sergiler.

2 - Cinsiyet: Kız ve erkek çocukları aynı gelişimsel oyun aşamalarından geçmektedir. Kız ve erkek çocuklarının oyun davranışları arasındaki tek fark, cinsiyetlerine özgü oyun tipini daha fazla tercih etmeleridir. Örnek olarak, kız çocukları daha çok sembolik oyunu, erkek çocukları ise daha çok yapı-inşa oyunlarını tercih etmeleri verilebilir.

3 - Sosyo-ekonomik düzey: Çocukların oyunlarının gelişimi, sosyo ekonomik düzeylerinden etkilenmektedir. Oyun, iyi organize edilmiş zengin uyarıcılı çevresel koşullarda normal gelişimini gösterebilir. Aksi tekdirde, çocuğun gelişimine, dolayısıyla da oyunun gelişimine ket vurulmuş olur.

3. Materyale Ait Özellikler

Değişik amaçlar için kullanılabilecek çok fonksiyonlu olmalıdır.
Çocuğun ilgisini çekecek renk, boyut ve yapıda olmalıdır.
Dayanıklı, sağlam olmalıdır.
Çekici olmalıdır. Bu dikkati yoğunlaştırma ve hayal gücünü motive edici bir özelliktir.
Çeşitli gelişim alanlarını birden destekleyebilecek zengin uyarıcıları içermelidir.
Çocuğun farklı deneyimlerine fırsat vermek için, oyun materyalleri hem gerçek hem de bunların minyatürü olan iki boyutlu örneklerden seçilmelidir.
Materyalde yenilik özelliği de önemlidir. Sürekli aynı materyalde oynayan çocuk için materyal çok fonksiyonel olsa bile ilk cazibesini kaybeder. Bu nedenle materyallerin belirli zamanlarda değiştirilmesinde yarar vardır. Çocukların yararlanabilecekleri oyun materyallerini aşağıda belirtildiği gibi gruplandırmak mümkündür.

1- Büyük kasların gelişimini destekleyen oyun materyalleri;Tırmanma aletleri, itme ve çekme aletleri, büyük toplar, yuvarlanma minderleri, bloklar, bisiklet.
2- Küçük kasların gelişimini destekleyen oyun materyalleri; çeşitli renkli kağıtlar, makas, dikiş panoları, boncuk, ip, manupulatif oyuncaklar, boş kutular.
3- Duyu ve kasların gelişimini destekleyen oyun materyalleri; Farklı özelliklerdeki dokunma panoları, yıkanabilir, kırılmaz bebekler, ses çıkaran oyuncaklar
4- Belleği çalıştıran, problem çözme becerisini geliştiren oyun materyalleri; Yap-boz, takmalı, sökmeli oyuncaklar, ip ve boncuk, halka, anahtar, kilit, ayna, büyüteç, mıknatıs, boncuklu hesap tahtası, kitaplar.
5- Dramatizasyon materyalleri;Mesleklere özgü giysiler, takılar, mutfak malzemeleri, temizlik malzemeleri, kuklalar
6- Duyu ve düşünceyi açığa çıkaran yaratıcılığı geliştiren oyun materyalleri; boya kalemleri, tebeşir, fırça, kum, hamur, kil, tahta, çekiç, çivi, müzik aletleri, artık materyaller.

Çocuk yaşının özelliklerine uygun materyali kullanma eğilimindedir ve materyalin kullanılması da gelişimsel bir takım adımları kapsar.

Çocuk altı aydan itibaren tek bir nesneyle oynar, sonra farklı iki nesneyle ilişki kurar ya da iki nesneyi bütünleştirir. Daha sonra benzer objeler arasında ilişki kurar ve son olarak sembolik amaçlar için onu kullanabilir. Böylece çocuk kullandığı materyale farklı bakış açıları getirerek çevresiyle ilgili farklı bilgilerini yansıtabilir


Yedi aylık bebek, görme ve dokunmayla ilgili görsel ve dokunsal deneyimler ile objeleri manipule eder ve objeleri ağzına alarak tanımaya çalışır. Onüçüncü ayda materyalin fiziksel fonksiyonuyla ilgilenir, onsekizinci aya doğru iki obje ile basit fakat önemli zihinsel fonksiyonlu ilişkiler kurabilir. Nesnenin manipulasyonu zihinsel gelişimin bir göstergesidir. Ve erken çocukluk döneminden itibaren gözlenen bu manipulasyon davranışları, ilkel oyun davranışlarının temeli olarak düşünülmektedir.

Çocuk, bir nesneye göre gösterdiği tepkiyi, diğer bir nesneye de aktarabilmeyi başarmışsa materyalle sembolik düzeyde oynayabiliyor demektir.

Çocuğun materyali sembolik düzeyde kullanması, tasavvur yeteneğinin gelişmiş olmasını gerektirir. Bu, dış dünyadaki eylemlerin içte temsil edilmesidir. Çocuk iki yaşına kadar yeni durumlara deneme yanılmalarla uyum sağlar. İki yaşından sonra çocukta tasavvurlu düşüncenin ürünü olarak anlama gelişmeye başlar, olayları kendine göre zihninde canlandırabilir. Ancak bu zihinsel olgunlaşmayla birlikte herhangi bir nesneyi başka bir nesnenin yerine geçecek bir kullanım ortaya çıkar.

Sembolik oyun gelişiminin ilk dönemlerinde, asıl nesne ile nesnenin yerine geçecek nesne arasında fiziksel olarak benzerlik gözlenmektedir. İleri aşamalarda, iki nesne arasında bir benzerlik olmasa da çocuk hayal gücünü kullanarak, ilk defa karşılaştığı nesneyi zihnindeki eski şemalar içinde değerlendirir ve yeni bir durum içinde sembolik anlamda kullanabilir..


4. Oyun Sırasında Eğiticinin Rolü
Çocuklar arasında bireysel farklılıklar vardır, bazı çocuklar zaman zaman yetişkinin rehberliğine ihtiyaç duyabilir, çocuğun böyle bir anda eğitimcinin yanında olduğunu düşünmesi onu rahatlatacaktır. Oyun çocuklara deneme yanılma yolu ile problemlerine çözüm getirmelerine yardımcı olur ve çocukların belirli riskleri göze alma deneyimlerini arttırır. Eğitimcinin oyunun çocuğa bu katkıları göz önünde bulundurarak, çocuğa yapacağı rehberliği bir yöntemle belirlemelidir. Eğitimci ne aşırı aktif ne de aşırı pasif, geri planda bir tutum içine girmemelidir. İhtiyacı olduğu anda çocuğu gerçekten rahatlatacak ve onu bir ileri düzeye ***ürecek bir rol üstlenmelidir. Ancak çocuğa kendi problemini kendi çözebileceği kadar bir süre tanınması gerektiği de göz önünde tutulmalıdır.


Okula yeni başlayan yada çeşitli duygusal problemleri gözlenen bir çocuk için eğitimcinin yönlendirici rehberliğinin özel bir önemi vardır. Bu çocuklar kendilerini ifade etmede, oyuna ilk adımı atmada, başlanan bir oyunu bir düzen içinde sürdürmede ihtiyaç duydukları desteği eğitimcinin bu yöndeki yönlendirmelerinde bulacaklardır.


Çocuklarımıza Oyun ve Oyuncak Seçerken Dikkat Etmemiz Gereken Noktalar

Oyuncak kutusunda kilit olmamalı, ya da kendiliğinden kapanan ama çocuğunuza zarar vermeyecek bir mekanizma bulunmalı.
Oyuncaklar çocuğun yaşına uygun olmalı.
Kolayca kopup, çocuğun ağzına atacağı küçük parçaları olmamalı.
Sivri uçları, kesici kenarları olmamalı.
Parmaklarının sıkışabileceği ek yerleri olmamalı.
Gözlerine zarar verebilecek çıkıntıları olmamalı.
Çocuğunuza uygun büyüklükte ve ağırlıkta olmalı.
Zehirsiz boyalarla boyanmış olmalı.
Oyun değeri olmalı ve sadece yıkıcı deneyler yapmak için kullanılmamalı.
Oyuncaklar düzenli olarak gözden geçirilmeli, hasarlı ve kırık olanlar atılmalı.
Dış alanlarda:
Oyun alanının tabanı yumuşak, etrafı çitle kaplı olmalı.
Oyun alanından zehirli bitkiler temizlenmeli.
Oyun araç ve gereçleri yere güvenli bir şekilde sabitlenmeli.
Bozuk paralar, kibrit, çakmak, sigara izmariti oyun alanında olmamalı.
Mutfakta oyuncak bulunmamalı.
 
Çocuk ve Hayvan Sevgisi

Yeryüzünde sadece insanlar yaşamıyor, onlar, birçok canlı türü içinde sadece biri. Bu canlı türleri de varoluş nedeni ve halihazırdaki işlevleri ile, birbirini tamamlayarak, bir döngü biçiminde karşılıklı etkileşerek gerek ekolojik, gerek biyolojik ve gerekse insanlar için geçerli olan ruhsal boyutlarda yaşamlarını anlamlı kılmaktadırlar. Doğanın gereğide budur. Birisindeki eksikliğin bu döngüyü olumsuz yönde etkileyerek diğerlerinin varoluşlarının veya işlevlerinin aksamasına neden olduğu bilinmekte ve "Çevrecilik" akımları tarafından çok açık bir biçimde vurgulanmaktadır.

insan gelişiminde de hayvanların, bitkilerin özellikle de evcil hayvanların katkısı sanıldığından daha çoktur.

Çocuğun bedensel, zihinsel, ruhsal ve sosyal gelişimi bir bütünlük içinde ve birbirini az yada çok etkileyerek tamamlanır. Çocuk önce kendini ve kendi dışındaki dünyayı beş duyusu ile algılar, algıladıklarını da taklit ederek, onlarla karşılıklı ilişkiye girerek öğrenir. Özellikle de bu karşılıklı ilişkinin kiminle? nasıl? ne sıklıkla? olduğu onun zihinsel, ruhsal, sosyal gelişimini yakından etkiler.

Muhakkak ki bu ilişkideki önemli kişiler önce annesi ve diğer aile bireyleri, daha sonraları da yakın ve uzak çevresindeki insanlardır. Hayvan ve bitkiler de gerek canlı, gerekse cansız (oyuncak) halleri ile çocuğun dünyasına bebeklikten itibaren girerler.

Özel bir bebek veya oyuncak ayıcık çocuğun annesinden sonra en yakın arkadaşı olabilir. Bu oyuncak ayıcık veya bebek onun sırlarını paylaşır, kızgınlığına katlanır, huzursuzluğunu giderir. Evcil hayvanlarda aynen bu oyuncaklar gibi çocuğun yaşamında etkili olabilirler. Çocuk bir evcil hayvan ile insanlarla nasıl sosyalleşileceğinin provalarını yapabilir, mutluluğunu veya mutsuzluğunu paylaşabilir, öfkesini ona bağırarak giderebilir. Ona bakarak birine birşeyler vermenin, yardım etmenin zevkini tadabilir, onu sahiplenerek bağlılık duygusunun farkına varabilir. Yine çocuk evcil hayvana bir şeyler öğreterek, kendi bir şeyler öğrenir, korkularını onun üzerinde deneyerek yenebilir ve de insan ilişkisinin temelini oluşturan sevmeyi, vermeyi, korumayı bağımsız bir kişi olmayı öğrenir.

Doğaldır ki; bu sayılan ruhsal ve sosyal süreçler sadece hayvanların yardımıyla yapılabilir anlamına gelmez, ancak bir yerde bir süre için çocuğun hayatına katkıda bulunabilir. Özellikle de çocuğun herhangi bir nedenle yoksunluk yaşadığı durum ve zamanlarda bu katkısı daha da artacaktır. Örneğin: Sevdiği birini kaybettiğinde, ev okul değişikliklerinde ana-babanın ayrılıklarında çocuk için bu evcil hayvan "bir yerine koyma", paylaşma işlevi görebilir.

Kuşkusuz ki bütün bunların yanı sıra çocuk yaşadığı dünyayı doğasıyla, bitkisiyle, hayvanları ile bir bütün olarak algılayacak ve kabullenecek bu da onun hem birey olarak daha mutlu olmasına, hem de sosyal bir varlık olarak daha saygılı, daha verici olmasına yardımcı olacaktır.
 
Doktor, Çocuğum Çok Yaramaz

Çocuk eğitiminde cezanın yeri
İyi davranışların takdir edilmesi
Çocuğa değişik seçenekler sunmak
Yapılması istenen davranışı bir oyuna dönüştürmek
İleriye dönük plan yapmak
Olumlu davranışını takdir etmek
1. Doğal sonuçlar
2. Mantıklı sonuçlar
3. Çocuğun çok istediği bir şeyi kısıtlamak
4. Belli bir süre bir yerde bekleme cezası
Etkili bir eğitim için bazı öneriler
Çocuk eğitiminde tokatın yeri var mı?
Çocuğa hangi davranışlarının iyi, hangi davranışları yapmaması gerektiğini öğretmek ebeveynlerin görevidir. Bunların çocuğa öğretilmesi aslında sanıldığı kadar zor değildir, ancak biraz sabır gerektirir. Özellikle küçük çocukların öğrenmesi zaman aldığından, hatalı bir davranışı değiştirmek genellikle birkaç haftalık bir çalışmayı gerektirir. Bunun için acele edip hemen ümitsizliğe kapılmamalıdır.

Çocuk eğitiminde cezanın yeri
Terbiye etmek denilince pek çok kişinin aklına hemen cezalandırma gelir. "Dayak cennetten çıkmadır" ya da " Kızını dövmeyen dizini döver" gibi atasözleri, ülkemizde cezalandırmanın çocuk eğitiminin bir parçası olarak asırlarca kullanıldığının bir kanıtı olarak dilimizde yer etmiştir. Terbiye etmek ve cezalandırmak birbirinden çok farklı kavramlardır. Terbiye, çocuğa olumlu davranışların, kendini nasıl kontrol etmesi gerektiğinin öğretildiği ve içinde ödüllendirmenin de yer aldığı bir sistemdir. Cezalandırma ise daha negatif bir anlam taşır; çocuğun yaptığı ya da yapmadığı bir davranışın arkasından gelen bir sonuçtur. "Terbiye etmek" bizim geleneklerimizde genellikle cezayı çağrıştırdığından, "eğitmek" kavramının kullanılması daha yerinde olacaktır. Çocuk yalnızca yanlış yaptığı zamanlarda değil, diğer zamanlarda da davranışları konusunda eğitilmelidir. Hatalı davrandıkları zaman çocuklara kızma ve azarlama yerine, olumlu davrandıklarında yüreklendirme ve takdir etme, onların yanlış davranışlarını daha kolay değiştirmelerini sağlayacaktır. Çocuklar kendilerine değer verildiğini gördükçe kendilerini daha iyi hissedecek, çevredekileri daha fazla dinlemeye gayret edecektir.

İyi davranışların takdir edilmesi
Çocuğun ilerideki davranışlarının temeli daha doğumdan itibaren biçimlenmeye başlar. Örneğin, bebek altını kirlettiği ya da acıktığı zaman ağlayarak isteklerini belirtir. Anne hemen onun yanına gidip isteğini karşıladığında, bebek annesinin yanında olduğunu bilerek ona güven duyar.

Bebek iki aylık olduğu zaman, kendi kendine uykuya dalmasına izin verilmelidir. Bu aydan itibaren, bebeğin uyku, beslenme ve oyun zamanları aileye uyum sağlayacak biçimde belirli bir düzene konulmaya çalışılmalıdır. Bebek emeklemeye ve yürümeye başladıktan sonra gereken güvenlik önlemleri alınmalı, onun için tehlikeli olabilecek cisimler ortalıkta bırakılmamalıdır. Çocuk için tehlikeli olmayacak eşyalar ise, merakını gidermesi açısından onun ulaşabileceği yerlere konulmalıdır. Örneğin, ağır tencere ve çaydanlık gibi çocuğun yaralanmasına neden olabilecek eşyalar dolapta kilitli tutulurken, daha hafif olan tabaklar ve plastik eşyaların konulduğu dolaplar açık tutulabilir. Çocuğun hareketlenmeye başladığı bu dönem, ona en fazla dikkat gösterilmesi gereken dönemdir. Örneğin, bebek soba ya da elektrik ocağı gibi sıcak bir eşyaya yaklaştığında, "hayır, sıcak!" gibi ifadelerle oradan uzaklaştırılmaya çalışılmalı ve oynaması için eline bir oyuncak verilmelidir. Başlangıçta bebek bunun bir oyun olduğunu zannedip gülse bile, birkaç hafta sonra onun zararlı bir şey olduğunu öğrenecektir.

Çocuk 18 aylık olduğunda çocuğun kontrol edilmesi biraz daha zorlaşır. Bu yaşlarda çocuk kendi gücünün sınırlarını öğrenmek ister. Bu dönemde, anne, baba birlikte, onun hangi davranışlarına izin verip hangilerine vermeyeceklerini kararlaştırmalıdırlar. Böylece çocuk da bir ikileme düşmemiş olur. Ebeveynin nasıl davranması gerektiği konusunda aşağıda bazı ipuçları verilmiştir:

a. Çocuğa değişik seçenekler sunmak
Belirli sınırlamalar getirirken, aynı zamanda belirli bir serbestlik de tanınmış olur. Örneğin "Oyuncaklarını kendin mi toplamak istersin, yoksa sana yardım edeyim mi?" denilebilir.

b. Yapılması istenen davranışı bir oyuna dönüştürmek
Eğer çocuktan istenen davranış ilginç bir hale getirilirse çocuk bundan zevk alacaktır. Örneğin, ona "Hadi bakalım yarış yapalım, hangimiz daha çabuk elbisesini giyecek?" denilebilir.

c. İleriye dönük plan yapmak
Çocuk hep aynı olumsuz davranışları yineliyorsa, örneğin, bakkala gidildiği zaman sürekli bir şeyler istiyor, tatsızlık çıkarıyorsa, başka bir zamanda bunun doğru olmadığı ona öğretilmelidir. Bunun için, çocuğun karnının tok olduğu bir zaman bakkala ***ürülerek alıştırılmaya çalışılmalıdır. Sıkılmaması için de çocuğun yanında oyuncak ya da kitap vb. ***ürülebilir.

d. Olumlu davranışını takdir etmek
Çocuk olumlu bir davranış gösterdiğinde bu davranışı nedeniyle onurlandırılmalıdır. Bu, her zaman çocuğa hediye alınması anlamına gelmez; ona sarılıp "Bugünkü güzel davranışından dolayı çok mutlu oldum, teşekkür ederim" demek de onu çok mutlu edecek, ilerideki davranışları için yüreklendirecektir. Ama bazen işler yolunda gitmeyebilir. Eninde sonunda, çocuk anne ya da babasını dinlemediğinde, onların nasıl davranacağını, gerçekten söylediklerini yapıp yapmayacaklarını sınamak isteyecektir. Eğer çocuk ebeveynleri dinlemiyor ise, bu durumda başvurulacak bazı yöntemler vardır:

1. Doğal sonuçlar
Çocuk yaptığı hareketin doğal sonuçlarına katlanmasını öğrenmelidir. Ancak bu sonuçlar çocuk için herhangi bir tehlike yaratmamalıdır. Örneğin, çocuk sütünü kasıtlı olarak dökmüşse, o öğünde yeniden süt içemeyecek ya da eğer oyuncağını kırmışsa artık o oyuncakla oynayamayacaktır.Bu kendisinin yaptığı davranışların bir sonucu olduğu için de anne ya da babayı suçlamayacaktır (kendi düşen ağlamaz kuralı). Böylece çocuk sütünü bir daha dökmemesini, oyuncağı ile daha dikkatli oynamasını kısa zamanda öğrenecektir.

2. Mantıklı sonuçlar
Çocuğun doğal sonuçlarla öğrenmesi en iyisidir. Ancak bu her zaman işe yaramayabilir. Örneğin, anne çocuğa oyuncaklarını toplamasını söylemişse ve çocuk da bunu yapmıyorsa ne yapılabilir? İşte bu durumda, çocuğun hareketiyle ilgili bir sonuç yaratılabilir. Anne, eğer çocuk oyuncaklarını toplamazsa onları kaldıracağını ve akşama kadar oyuncaklarla oynayamayacağını ona söyleyebilir. Bunu söylerken annenin söylediği şeyi gerçekten yaparak ciddi olduğunu çocuğa göstermesi gerekir. Fakat bunu bağırarak değil, yumuşak bir ses tonu ile söylemelidir.

3. Çocuğun çok istediği bir şeyi kısıtlamak
Mantıklı bir sonuç çıkarmak her zaman mümkün olmayabilir. Çocuk ebeveyni dinlememekte ısrar ediyorsa, çocuğa çok istediği başka bir şeyin kısıtlanacağı söylenebilir. Ancak bu yöntem uygulanırken bazı noktalara dikkat edilmelidir: Beslenme gibi çocuğun gerçekten gereksinimi olan şeyler ısıtlanmamalıdır. Bu yöntemin etkili olabilmesi için kısıtlanacak şey çocuğun gerçekten çok istediği bir şey olmalıdır.
Ebeveyn söylediği şeyi gerçekten yapmalıdır. Örneğin, davranışını düzeltmediği sürece çocuğa dondurma yiyemeyeceği söylenmiş, fakat herhangi olumlu bir gelişme olmadığı halde, anne ya da baba onun gönlünü almak için biraz sonra dondurma almışsa, bu yöntem doğaldır ki işlemeyecektir.

4. Belli bir süre bir yerde bekleme cezası
Bu ceza, diğer yöntemler işe yaramadığında en son çare olarak kullanılabilir. Bu yöntem, çocuk diğer çocukları ısırdığında, vurduğunda ya da buna benzer durumlarda kullanılabilir. Çocuk önce bir kez ikaz edilir, eğer aynı davranışı sürdürürse, ona önceden belirlenmiş bir odaya ya da odanın bir köşesine gitmesi, orada bir süre, genellikle de bir sandalyede sessiz bir biçimde beklemesi söylenir. Eğer oraya gitmemekte direnirse, kucaklanarak oraya ***ürülür ve bir süre orada kalması sağlanır. Bu cezanın neden verildiği birkaç cümle ile ona anlatılmalıdır. Çocuğun bekletildiği oda ya da yer çocuk açısından herhangi bir tehlike içermemelidir.

Çocuğun orada bekleme süresi kabaca her yaş için 1 dakika olarak belirlenir (Örneğin, 4 yaşında bir çocuk için 4 dakika gibi). Eğer ceza süresi çok uzun tutulursa, çocuk neden oraya konulduğunu bir süre sonra unutacaktır.

Ceza süresi için saat kurulur, saat çaldığında çocuğa cezasının bittiği söylenir. Çocuk bu süreyi uslu bir biçimde tamamlarsa, sevecen bir biçimde kucaklanır ve "Tatlım, cezalı olduğun için orada kalmak zorundaydın" gibi sözler söylenir ve olay orada kapanır. Bu durumu çocuk ile tartışmak gerekirse en az birkaç dakika geçmesi beklenmelidir. Eğer ceza süresi içinde çocuk gene bağırır çağırır ve olayı protesto ederse, saat yeniden kurulur ve süre baştan başlatılır. Bu yöntemle, genellikle 2 hafta içinde çocuk uyum sağlamayı öğrenecektir.

Etkili bir eğitim için bazı öneriler
Çocuğun neler yapıp neler yapamayacağına karar verilmelidir. Her çocuk aynı hızda büyüme ve gelişme göstermez. Ebeveyn çocuğa bir şey söylediğinde çocuk yapmıyor ise, bu kasıtlı olabileceği gibi çocuk onu anlamadığından ya da yapamadığından da olabilir.

Ebeveynler konuşmadan önce iyice düşünmelidir. Daha önce çocuğa herhangi bir uyarıda bulunmuş ya da bir kural koymuşlarsa ona uymaları gerekir. Bununla birlikte, çocuktan beklenen davranış ya da konulan kurallar gerçekçi olmak zorundadır. Bir diğer önemli nokta da, ebeveynin her zaman aynı biçimde davranması, bir gün farklı diğer gün farklı kurallar koymamasıdır. Çocuklar ne zaman nasıl davranacaklarını çabuk öğrenirler. Bunun için de zaman zaman ebeveynin koyduğu kuralları sınarlar ve onun sınırlarını öğrenmeye çalışırlar. Örneğin, bakkalda huysuzluk yapan bir çocuğu sakinleştirmek için anne ona sakız, şeker gibi şeyler alırsa, bir daha bakkala gittiğinde çocuk yine aynı biçimde davranacaktır.Bunu önlemek için ebeveyn her zaman aynı biçimde davranmalı ve kendi koyduğu kuralları çiğnememelidir.

Çocuk huysuzlandığında onun duyguları da dikkate alınmalı ve onun neden öyle davrandığını anlamaya çalışmalıdır. Eğer davranışın nedeni bulunursa çözüm arkasından gelecektir. Ebeveyn onu anladığını çocuğa söylemelidir. Örneğin, "Arkadaşın gittiği için üzülüyorsun, biliyorum, ama yine de oyuncaklarını toplamalısın" gibi onu anladıklarını ifade etmek oldukça yararlı olacaktır.Anne ve babalar da yaptığı hatalardan ders almasını öğrenmelidir. Herhangi bir biçimde yanlış davrandıkları zaman önce sakinleşmeli, gerekirse çocuktan özür dilenmeli, bundan sonra nasıl davranacağını ona söylemelidir. Çocuğa doğru davranışları öğretmek çocuk eğitiminde elbette ki çok önemlidir. Ancak, çocuk kendini kontrol etmesini ebeveynlere ve diğer büyüklere bakarak daha çok öğrenir. Onun için ebeveynlerin söyledikleri ile yaptıklarının tutarlı olması zorunludur. Büyükler gibi (!) çocuklar da zaman zaman bazı hatalar yaparlar. Önemli olan, bu yanlış davranışlardan yola çıkarak, doğruların ona sevecen bir biçimde öğretilmesidir.

Çocuk eğitiminde tokatın yeri var mı?
Eskiden ebeveynlerden tokat yemek çocuk terbiyesinin neredeyse ayrılmaz bir parçasıydı. Bu yüzden, şimdiki erişkinler arasında tokat yemeyen birini bulmak oldukça zordur. Günümüzde de özellikle kırsal kesimde ve büyük şehirlerin varoşlarında çocuklar hala büyüklerinden tokat yemektedir. Hatta okullarda bile zaman zaman öğretmenlerin dayağa başvurduğu bilinen bir gerçektir. Peki bu "cennetten çıkma (!)" olduğu tabir edilen dayağın çocuk eğitiminde yeri var mı? Amerikan Pediatri Akademisi tokatın çocuk eğitiminde kullanılmaması gerektiğini, eğer çocuğun cezalandırılması gerekiyorsa ona alternatif diğer yöntemlerin kullanılmasını önermektedir. Dayak atmanın çocuk eğitiminde yeri yoktur, çünkü: O an için işe yaramış görünse bile, çocuğun davranışını değiştirmede aslında daha önce söz edilen bir sandalyede bekleme cezasından daha etkili değildir.

Tokat atmak çocuğa sorumluluk öğretmez, tersine onun daha da kızmasına ve hırçınlaşmasına neden olur. Ebeveynlerin çoğu, daha sonradan tokat attıkları için pişmanlık duymaktadırlar. Sürekli tokat yiyen çocukta zamanla bu yöntem de artık işe yaramaz olacaktır. Tokat atmak, şiddetine bağlı olarak çocukta ciddi fiziksel hasarlara neden olabilir. Sürekli dövülen çocuklarda depresyon, alkol kullanımı, diğer çocuklara saldırganlık daha sık görülür, hatta erişkin olduklarında kendi eş ve çocuklarını dövme ve suç işleme oranları diğer kişilere göre daha fazla olmaktadır.

Yapılan çalışmalar, dayak yiyen çocukların, erişkin olduklarında diğer kişileri –onları sevseler bile- daha çok cezalandırma eğiliminde olduklarını ortaya koymuştur. Onun için, hekimler olarak bizler, çocuk eğitimi konusunda ebeveynlere doğru yolu göstermeli, sağlıklı bir nesil yetiştirmek için her türlü şiddetten kaçınmaları gerektiğini onlara olabildiğince öğretmeye çalışmalıyız. Son söz olarak, Dorothy Law Nolte'un aşağıdaki satırları bu konuda söylenmesi gerekenleri çok güzel bir biçimde dile getirmiyor mu?

Çocuk yaşadıklarından öğrenir...
Eğer bir çocuk eleştiriyle yaşarsa,kınamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk düşmanlıkla yaşarsa, savaşmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk utançla yaşarsa, suçlu hissetmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hoşgörü ile yaşarsa, sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk övgüyle yaşarsa, değer vermeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk alayla yaşarsa, utanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk adil yaşarsa, adaleti öğrenir.
Eğer bir çocuk güvenceyle yaşarsa, inanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk dürüstlükle yaşarsa, doğruyu öğrenir.
Eğer bir çocuk yüreklendirmeyle yaşarsa, kendine güvenmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk arkadaşlıkla yaşarsa, dünyada sevgiyi bulmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk onaylamayla yaşarsa, kendinden hoşlanmayı öğrenir.
 
Cinsel gelişim

Biyolojik özelliklerimizi temel aldığımızda erkek ya da dişi olarak belirlenen bir cinsiyetimiz vardır. Cinsellik ise bu biyolojik yapı üzerine eklenen sosyolojik, psikolojik ve felsefi boyutları da içeren daha geniş bir tanımlamadır. Doğum öncesinden ölüme kadar duyguları, düşünceleri, inançları, davranışları ve yaşantıları içeren gelişimsel bir süreçtir. Belirli bir yaşam döneminde beklenen cinsel duygular, inançlar ve davranışlar o yaşa uygun cinsel gelişimi belirler.

Cinsel gelişim ile ilgili bilgilerimiz psikoseksüel gelişim kuramı ile ilgili temel bilgilere dayanmaktadır. Döneminde birçok olumlu ve olumsuz eleştiri ile karşılaşan bu kuram 1915 yılında Freud tarafından geliştirilmiştir. Psikoseksüel gelişim kuramı günümüzde de sarsılmaz yerini korumaktadır. Başlangıçtaki eleştiriler, bu kuramda aktarılan çocuk cinselliğinin yetişkin cinselliği ile karıştırılmasından kaynaklanmıştır. Aslında çocuklarının cinsellikleri ile ilgili danışmanlık isteyen anne babaların da çocuk ve yetişkin cinselliğini karıştırdıklarını görmekteyiz.

Psikoseksüel gelişime göre cinsel enerji değişik gelişim dönemlerinde değişik beden bölgelerine yönelmektedir. İlk bir yılda ağız gereksinimler, doyumlar ve dış çevre ile ilişkilerde kullanılan organdır. Bebekler tanımak için her şeyi ağızlarına ***ürmekte, dünyayı ağızları ile tanımakta ve bundan hoşlanmaktadırlar. Bebekler annelerini emmedikleri dönemlerde parmaklarını emmektedirler. Birinci yaştan sonra ağız bölgesinin verdiği haz yerini çocuğun çişi ya da kakasını kontrol edebilme yeteneğine bırakmaya başlar. Çocuk bu kontrolün kendi elinde olmasından çok hoşlanmaktadır. İkinci yılda bu yeteneğin yanında çocuk altının temizlenmesi sırasında ya da idrar yolu iltihabı ve bu bölge pişikleri sonucunda cinsel organlarının farkına varır. Genel olarak bedenine dokunulmasından hoşlandığı bu dönemde cinsel bölgelere dokunulması da haz vericidir. Ayrıca kız ya da erkek olma ile ilgili ilk farklılıklar da bu yaşlarda başlamaktadır. Çocuk cinsel oyunlarla anne ya da babadan hangisine benzediğini anlamaya çalışmakta, sonrasında aynı cinsiyetten ebeveyn ile özdeşim kurarak o dönemi tamamlamaktadır. Özetle çocuğun cinselliğe olan ilgisi bu özdeşim çabaları ve bedeni ile ilgili hazların sürmesine yöneliktir. Yaklaşık 3-5 yaşları arasında giderek azalan bu ilgi yerini daha haz veren ve doyurucu olan kişilerarası etkileşim, arkadaşları ile oynama ve öğrenme çabalarına bırakmaktadır.

Ergenlik ile daha önceki bu özdeşimler ve cinsiyet hormonlarının etkisi ile cinsel kimlik oluşacaktır. Burada sözü edilen artık erişkin cinselliğine yönelik adımları içermektedir. Çünkü yetişkine benzeyen düşünce sistemi ve hormonların etkisi başlamıştır.


Burada cinselliğin de doğal ruhsal ve bedensel gelişimin bir parçası olduğunu vurgulamak için bilgiler aktarılmaya çalışıldı. Anne baba, öğretmenler ve okul yöneticilerinin burada aktarılandan daha fazlasını öğrenmelerini, iletişimde oldukları çocuklara bilimsel bir temelden doğru bilgiler vermeleri gerekir. Bilmediğinizde "bilmiyorum" diyebilmeli, onlarla anlayacakları bir dilde konuşmalısınız. Onların dili ile tıp dilini ilişkilendirmeli, tepkilerinizi onların bedensel, zihinsel ve psikososyal gelişim düzeyine göre uyarlamalısınız. Çocukları her türlü konularda olduğu gibi cinsel bilgi sağlamada da anne babaları ile konuşmaya cesaretlendirmeliyiz.
 
Kardeş Kıskançlığı

Çocuklar bir kardeşlerinin olmasını isterler, ancak kardeş doğumu ile de yoğun bir kıskançlık yaşamaya ve anne babaları zorlamaya başlarlar. Önceleri sürekli kardeş isteyen bir çocuğun bu isteği gerçekleştikten sonra neden kardeşini kıskandığı, hatta ona düşman gibi davrandığını anlamak zor olmalı. Oysa bu çocukların süreklilik göstermeyen, değişken olan isteklerini yansıtan, dolayısıyla onların doğasıyla ilgili ipucu veren bir özellikleridir. Bu nedenle çocuk için diğer önemli kararlarda olduğu gibi kardeş isteğinin gerekliliğine de anne ve babanın karar vermesi gerekmektedir. Annenin beden ve ruh sağlığı, ailenin ekonomik gücü, doğacak çocuğun bakımına ilişkin sorumlulukların paylaşılması bu kararı belirleyecektir.

Kardeş kıskançlığına gelince; kıskançlık insanoğlunun en doğal, en evrensel duygularından birisidir. Kıskançlık sevilen kişinin başkasıyla paylaşılmasına katlanamamak olduğuna göre, sevginin bulunduğu her yere girer. Sevgililer arasında belirli bir ölçüyü aşmadığı sürece, sevgi gülünün dikeni sayılır. Ancak bu doğal duygu insanı kemiren bir tutku olmaya başlayınca, sevgiyi gözeten bir duygu olmaktan çıkar, sevgiyi yok eder. Çocuk için en değerli varlık anne olduğuna göre onu başkalarıyla paylaşmak kolay, dayanılır bir duygu değildir. Sevgilisini başkasının kolunda gören bir erkekle, annesini, kucağında "yabancı" bir çocukla gören kardeşin duyguları pek ayrılık göstermez. Anne sevgisini yitirme korkusu, daha yeni bir kardeş geleceğini öğrendiği anda içini sızlatmaya başlar.

Kardeş doğumu bu ve diğer nedenlerle çocuk için zorlayıcı bir yaşam olayıdır. Gebeliğin ve yenidoğan çocuğun annede oluşturduğu bedensel güçlükler ve yorgunluklar, çalışan annenin zamanının önemli bir bölümünü çocuk bakımına ayırması gibi nedenler eve gelen bu yabancı yüzündendir. Gelen çocuğun cinsiyetinin farklı olması, beceriksizliği, yoğun bir ilgi ve bakıma gereksinimi olması onun daha çok sevildiği şeklinde yorumlanmakta ve kıskançlık artmaktadır. Annenin yenidoğan bebekle birlikte oluşacak güçlüklerini hafifletebilmek için çocuğun kreşe verilmesi ya da odasının ayrılması gibi değişiklikler de bu duyguyu artıracak, yeni uyum sorunlarına neden olacaktır.

Çocukla kardeşi arasındaki yaş farkı ne kadar azsa kıskançlık o denli büyük olmaktadır.Henüz anneye gereksinimin sürdüğü 3 yaşından küçük çocuklarda anne ilgisinin azalması sonucu yeni kardeşe tepkisi büyük olacaktır. İkinci ya da üçüncü kardeşi kabullenme daha kolay olmaktadır.

Kardeş kıskançlığı doğal bir duygudur, sevgi ve kıskançlık-nefret ara ara yoğunlaşarak zaman içinde yoğunluğunu kaybeder. Kardeşini sevmek zorunda değildir. Olumsuz duygular anlayışla karşılanmalı ve bu duyguları belirtmesi yüreklendirilmelidir (beni de uğraştırıyor, arasıra ben de kızıyorum, beceriksizliği yüzünden ona çok zaman harcıyorum, seni sevmediğimi düşünme, eskisi kadar seviyorum, ben de kardeşim doğduğunda kıskanmış, böyle düşünmüştüm). Anne-baba bebeği, çocuğun önünde gösterişli bir biçimde okşayıp sevmekten kaçınmalıdır.

Çocuklar eve gelen yabancıya farklı tutumlar sergileyebilir;
-sevgi gösterilerinde bulunabilir (annenin kendisinden tümüyle uzaklaşmaması için onun yanında yer alır)
-abartılı sevgi gösterileri (alttaki duyguları ele veren davranışlarla birliktedir; kardeşinin yanağını okşarken biraz fazla sıkar, ağlatacak ölçüde kucaklar, kaza ile yere düşürür)
-etkilenmemiş gibi davranma (bebekle ilgili görünmeyen huysuzluklar, hırçınlıklar, tutturmalar, isteği yapılmadığında ağlama, tepinme)
 
Çocuktum, Obsesiftim!

Çocuktum, Obsesiftim!

Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı...
"Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde, hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde, elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirmesi ile birlikte..."

1. Obsesif olunmaz, obsesif kalınır...

Üç yaşındaki çocuklara bir bakın, ağzının kenarına bulaşan yağdan rahatsız olmayanını bulana ödül var. Oyuncaklarının onun kafasına göre olan düzenini bozun bakalım, cesaretiniz varsa. Tertip ve intizama olan merakları dorukta olan bu çocuklar büyüdüklerinde nereye gidiyorlar? Prefontal korteksin müthiş bir büyüme hamlesi geliştirdiği o yıllarda, her şeyi bir sınıfa sokmak, görülen her nesnenin yaşanan her dakikanın adını ve anlamını repertuarımıza kaydetmek için obsesif olmayıp da ne yapsak? Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde, hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde, elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirmesi ile birlikte... Bu dönemin obsesif stilini bir türlü bırakamayanlar, hayat boyu aynı stille devam etmeyi, öyle kalmayı, ya da sıkıştıklarında öyle olmayı “tercih” ediyorlar. Her şey “hep öyle” ya da “hep böyle” kalsın diyenler , obsesif kalıyorlar. Nedeni? Nedeni uzun hikaye, ama kuşaklar boyu aynı obsesif stile sahip en azından bir birey bulundurmayı “âdet” edinmiş bir aileye mensup olmak, desek... “Genetik belirlenim” demenin bir başka yolu işte.

2. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm...

Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Uyku vaktinde, mesela... Uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. Yatmadan önce söylettirilen marşlar, bir masal, iki masal, üç masal... Bitmek bilmeyen ayrılık merasimleri... Hiç yatmasam, n’olur sanki? Yattığımda sonrada kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi?
Bu soruyu açıkça sormayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum.
O ürküntünün verdiği dehşetle, ne yaptığını bilir mi insan? Çocuk açısından güvenliği tehdit edilen her şey, bir takıntı sebebi sayılabilir. Güvenliğinin gerçekten ne kadar sağlam olduğunu anlamak zorundayız. Ah, elbette, obsesifliğin tehditleri önleyici ya da güvenliği sağlayıcı bir yöntem olarak işe yaramazlığı aynı mesele. Ama, ya bildiğiniz bir rahatlama yolu yoksa obsesifleşmekten başka?

3. Güvenli kucaklar...

Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu, güvenli kucaklara sığınmak... Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Obsesif-kompulsif çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri senaryonun öbür tarafına geçmek gibi: Çok kontrolden hiç kontrole...

4. Yaprak toplayarak...

Hiç yaprak bırakmamacasına koşturuyor sokak aralarında, bahçeden bahçeye... “Bir tane bile kaldıysa, söylemesi bile zor, çok kötü şeyler olabilir. Kime mi? Anneme tabii ki... Onu önlemek için topluyorum şehrin bütün yapraklarını şehrin.” Uykusuz, susuz, eksiksiz, ne kadar yere düşmüş yaprak varsa, o kadar yaprak toplanmalı. Kendini yok edercesine bir takıntının peşine takılan herkes, bir felaketi, kendisinin ya da en sevdiği ve en kızdığının başına gelebilecek bir felaketi önlemek çabasında. Bir çocuk bunu ne kadar söze dökebilir ki? “Geceleri yaprak toplamaya ara verdiğimde, gidip annemim yüzüne krem sürüyorum. Kırışıklıklar kaybolsun diye... Saçlarını da boyamak istiyorum, tek bir beyazlık kalmacasına.”

5. Fazla sıkı tuttuysan hayatın elini...

Hayat ile ilişkimizdeki tarzımızı, çocukken annemizin elini tutuşumuza benzetiyorum. Kimimiz sımsıkı yapışıyoruz, hiç bırakmamacasına... Kimimizin tutuşu ise, her an kurtuluverecek gibi, gevşek, iğreti. Güvenli, ne zaman tutacağını, ne zaman biliyor gibi gözüken çocuklara bir yandan imrenerek... Hayatın elini fazla sıkı tutmaya (obsesif-kompülsif) bozukluk denilebilir mi?

6. Sevmek bir takıntı mı?

Ne iddialı bir soru bu... Tabii ki, sevmek bir takıntı. Ama, sevmek bozukluk olan takıntı mı? Allah aşkına, bu sorunun cevabının ne önemi var; nasıl olsa kimse aşktan iyileşmek istemez ki...

7. Sofra krizi...

Masada hep aynı yerde oturur. Tabağının ortasında iki kaşık, ne bir eksik, ne bir fazla, iki kaşık patates püresi. Üstüne bir köfte, bir pirzola... Her öğle saatinde dedesi ajans dinlerken, o da sofradaki yerini alır. Yemek öncesinde, abdest alırcasına bir titizlikle, içinden bir şeyler söylene söylene, tırnağından dirseğine elini-kolunu yıkar. İşin sırasını bozacak bir ses, kapının zili mesela, onu çıldırtmaya yeter. Isırsa birilerini, ya da kendi kollarını, en iyisi...O ısırık, ancak, düzenin bozulmasının yarattığı öfkeyi yatıştırmaya yeter... Senin sofrada oturacağın yere, yediğine içtiğine karımaya başladığında, alır doktora ***ürürsün. Her sofra krizinden sonra, ağlamalarına dayanamaz, dediklerini uygulayacağına söz verirsin. Hep bir şeyler eksik kalır, onun istediklerini bir türkü tam yapamazsın. Ona giderek daha çok kızarsın. O da, sana kızar. Anlaşılamadığını düşünür. Sende anlaşılamadığından yakınırsın.

8. Hayatı hissedemeyen çocuk...

Hayat sahici mi? Öyle değilmiş gibi geliyor da...Temiz ama temiz değilmiş gibi... Her hazırlığı tamam, ama hiçbir hazırlığı yokmuş gibi... Yapılanlar sanki yapılır yapılmaz, eylem-hafızamızdan siliniyor. Hiçbir iz bırakmadan kayboluveriyor. Her yaptığımızı tekrar tekrar denetlemek, yaşananları hiç olmamış gibi algılamak, yapılanların devamlılığını ancak yapıldığı anla sınırlamak... Devamlı aynı şeyleri yapmak. Belleği birkaç basamaktan geriye gitmeyen ve söz tutmayan bir bebek belleği haline getiren bu sürece, bir çocuğun dayanması zordur. Yaşadıklarının sahiciliğinden hep şüpheye düştüğünde, yaşananları doğrulamaktan başka bir çare bulamayan çocuk, ısrarcıdır. Yaşayabilme telaşındadır. Bu günden ayrılmak istemez, bu gün ya da bu an, daha telaffuz ederken kelimeleri, geçmişte kalıverir. Bugün olarak bellediği bir geçmişe tutunan çocuk, tutucu ya da ilerlemeyi önleyici bir “siyasi” pozisyonuna sürükleniverir.

9. Dikkat dağılır ve toparlanır...

Obsesif bir çocuksanız eğer, dikkatiniz toplandığında dağılamaz. Nereye takıldınızsa, orada kalır. Dikkat dağınıklığı olan bir çocuksanız, dikkatinizi toplamanız zordur. Obsesif çocuklar, tedavi edildiklerinde, bazen o an’a tutsaklıktan kurtulmanın coşkusuyla, kontrolünü tümüyle bırakıverirler. Hareketli ve takıntılı olmak çelişkili gözükebilir. Kontrolsüzlüğün bir şekli “çok kontrol” ise, diğeri de “hiç kontrol”.

10. Edebiyat gençleştirir...

Çünkü hayat söz ile zapt edilebilir. Bir yazar (Leyla İpekçi), Hürriyet’te yayımlanan bir röportajda diyor ki: “Edebiyatçı olmadan önce daha yaşlıydım. Çünkü hayat daha hızlı akıp geçiyordu.” Söz kullanma becerisinin gelişmesi, çocuğun hayatı ve zihni üzerindeki kontrolünü arttırdıkça, hayatı yavaşlatır. Söze dayalı beynimiz, sözsüz beynimizden daha ağırdan alır süreçleri. Hayatın hızına ayak uydurabilmek, hayata kaybolup gitmemek için ihtiyacımız olan bir yavaşlamadır bu. Bir bakışla karar veren sözsüz yanımızın süratini kesen sözlü yanımız, obsesif oldukça işi hayatı durdurmaya vardırır. Hayatın durmasını, hayatın bitmesi gibi görenler de olacaktır. Obsesifliğimiz depresyonla “taçlanır”. Korkular biter, hayat durduğu için. Hayatın tekrar hızlanmasında neler olacağının korkusu, çocuğun içini kaplar. “Tedaviye direnç”, korkunun aldığı son şekilde başka bir şey olamayabilir. O sırada çekilecek bir fonksiyonel manyetik rezonans, sol hemisferde artmış kan akımının kaudat çekirdekte yoğunlaştığını gösterebilecektir.
 
Doğum Sırasının Çocuklardaki Olası Psikolojik Etkileri

Doğum sırası çocuğun kendini nasıl gördüğünü etkileyebilen bir faktör olarak ele alınabilir.

Bu alanda yapılmış bazı çalışmalar, ilk çocukların üniversiteye daha fazla gittiklerini bildirmiştir. Ortanca çocuklar kendilerini en az değer verilen olarak tanımlama eğiliminde olmuşlardır. Ortanca çocuklara yaklaşımda en uygun yöntem, her durumun, yani hem küçük hem de büyük olmanın olumlu yanlarının birlikteliğinin vurgulanmasıdır.

Tüm çalışmalarda ele alınan ortak nokta, ebeveynlerin her bir çocuğu ayrı bir birey olarak değerlendirmesi ve çocuklar arası karşılaştırmalardan kaçınması gerekliliğidir. Aşağıda ifade edilen özellikler tüm aileler için düşünülmemelidir. Ancak sık görülen durumlar olarak dikkate alınabilir. Önemli olan bu olasılıkları dikkate alarak, olumsuz duygu ve düşüncelerle baş etme yolunda hazırlıklı olmaktır.

TEK ÇOCUK :

Şımartılmış.
Erişkinler daha becerikli görüldüğünden kendini yetersiz görebilir.
Dikkatin odağındadır, genellikle konumundan memnundur ve özel hisseder.
Öncelikle kendini düşünür.
Başkalarının desteğini kullanmayı kendi çaba göstermesine tercih eder.
İsteği olmadığında haksızlığa uğradığını düşünür. İş birliğini reddedebilir.
İstediğini almak için “böl ve yönet” oyununu oynar.
Çocukken akran ilişkileri kötü iken, erişkin olunca diğerlerinden daha iyidir.
Ancak isterse başkasına yardım eder.
Yaratıcıdır.
İlk çocuklarda görülen zorlu karakter özelliklerini ve küçük en küçüklerde görülen yetersizilik duygularını gösterebilir.

İLK ÇOCUK :

Belli bir süre tek çocuktur ve dikkatin odağında olmaya alışmıştır.
Diğer çocukların öncülüğünü alma hakkı olduğuna inanır. Haklı olmak ve diğerlerini kontrol etmek genellikle önemli olur.
İkinci çocuk doğduğunda sevilmediği, ihmal edildiği duygusuna kapılabilir. Ebeveynin dikkatini yeniden kazanmak ve korumak için ebeveynlerine “uyumlu” davranır. Eğer bu işe yaramazsa kötü davranmayı seçer.
Becerikli, sorumluluk sahibi bir davranış tarzı geliştirebilir ya da çok güvenilmez davranabilir.
Bazen başkalarını korumak ve onlara yardım etmek için can atar.
Başkalarına “buyurmak (onlardan bir şey istemek)” için uğraşır.

İKİNCİ ÇOCUK :

Ebeveynlerinin bölünmemiş dikkatlerine hiçbir zaman sahip olmamışlardır.
Her zaman yanında, kendinin önünde giden bir kardeş vardır.
Bir yarış içindeymiş gibi davranır ve ilk çocuğu yakalamaya, geçmeye çalışır. Eğer ilk çocuk “iyi” ise, ikinci “kötü” olabilir. İlk çocukta görülmeyen beceriler geliştirir. Eğer ilk çocuk başarılı ise kendinden ve yeteneklerinde emin olamaz.
Asi olabilir. Sıklıkla durumundan, konumundan memnun değildir.
Eğer üçüncü bir çocuk doğarsa, kendini sıkışmış hisseder ve üçüncü çocuğu aşağılama eğilimi gösterir.

ÜÇ ÇOCUĞUN ORTANCASI :

Ne ilk çocuğun haklarına ne de küçük olanın gördüğü hoşgörüye sahiptir. Bir adaletsizlik içinde gibi hisseder.
Sevilmediğini, sıkışmışlık içinde olduğunu hisseder.
Ailede bir yeri olmadığını düşünebilir.
Güvenilmez, “problem çocuk” olabilir ya da diğer çocukları aşağılayarak kendini yükseltme eğiliminde olur.
Adaptasyon becerisi yüksektir. Hem küçükle hem de büyükle baş etmesini öğrenir.

EN KÜÇÜK ÇOCUK :

Tek çocukmuş gibi davranır. Diğer her kardeşi daha büyük ve daha güçlü görür. Başkalarının işleri halletmesini, kararları ve sorumlulukları almasını bekler.
Kendini en küçük ve en zayıf olarak görür. Ciddiye alınmadığını düşünebilir.
İşlerinin yapılması yolunda ailenin patronu olur.
Aşağılık duygusu geliştirebilir ya da hızla ilerleyip bir önce doğan kardeşini geçmeye çalışabilir.
Bebek kalır ve başkalarından istemeye alışır.
Eğer üç kardeşin en küçüğü ise, ortanca kardeşe karşı en büyükle işbirliği kurar.
 
Hastalık ve Hastaneye Yatışın Çocuk Üzerindeki Etkisi

“Her şeyin başı sağlık” sözü hepimizin çok iyi bildiği bir deyiş olsa da, çoğumuz hastalanmadan pek de aklımıza getirmeyiz, “iyi” olmadan hiçbir şeyin eskisi kadar tatlı olamadığını, bir kez hasta olmadan ya da çok yakınımızdaki biri ciddi bir hastalık yaşamadan gerçekten anlayamayız.

Bir de kendimizden çok sevdiğimiz çocuğumuz hastalandı mı, bir de elimizden bir şey de gelmiyorsa, tek düşüncemiz ve temennimiz onun tekrar sağlığına kavuşması oluverir. Çocukta ortaya çıkan ciddi bir hastalık, hem çocuğun hem de ailenin yaşam düzenini ve hayatı algılayışını belirgin ölçüde değiştirebilmektedir. Bu durum hastalığın doğrudan kendisinin değiştirdiği biyolojik işlevler ve bunların ruhsal yansımaları ile, öte yandan “hasta olmanın” getirdiği yeni rollerin paylaşılması aracılığıyla şekillenmektedir.


aslında genel düşüncenin aksine, çocuklarda her hastalık ve hastaneye yatış ruh sağlığında bozulmalara neden olmaz. Bu etkide, zorlanma ve sıkıntının düzeyi, bireysel özellikler ve çocuğun gelişim aşaması belirleyici rol oynar. Çocuğun bilişsel olgunluğu arttıkça hastalığı kavraması artacaktır. Etkin destek ve yaklaşım için çocuğun gelişim düzeyini ve duygularını bilmenin yanı sıra, hastalıkla ilgili inançları da incelenmelidir. Bir örnek vermek gerekirse, Jean Piaget’nin kuramına göre somut işlemler döneminden itibaren (7-11 yaş) çocuk hastalık yapan nedenleri, gerçekçi neden-sonuç ilişkileri kurarak anlamaya başlar. Daha öncesinde, örneğin beş yaşından önce, çocukların mikrop kavramını anlayamadıkları ortaya konmuştur (Wilkinson, 1987).
 
Bebeklerde Stres

Günümüzde artık neredeyse hepimizin yakından tanıdığı “stres” kelimesi, ruh sağlığını etkileyen çevresel etkenlerin yoğunluğu için kullanılan bir sözcüktür.

Stres dediğinde, erişkin yaşantısında ile akla gelenler maddi sorunlar, iş yükü, eş ile geçimsizlik, kültürel baskılar vs. olmaktadır. Yaş küçüldükçe özellikle ergenlerde akran ilişkileri, cinsel hayat önde giden stres kaynakları olur. Daha küçük yaşlarda ise okul ve aile ilişkileri kişinin en önemli iki yaşam alanıdır ve bu noktalarda yaşanan değişimler, zorluklar stres kaynağı olmaktadır.
Henüz dünyanın, kendinin çok da farkında olmayan bebekler için de stres söz konusudur. Bu yaşlarda stres çocuk üzerine doğrudan etkili olabileceği gibi (ör, fiziksel istismar), ebeveynleri etkileyen her hangi bir neden de dolaylı olarak çocuk için bir stres etmeni oluverir. Özellikle 3 yaşından önce, ebeveynlerle, özellikle de anne ile ilişkiyi etkileyen hemen her türlü değişim ve zorluk çocuk için de olumlu ya da olumsuz bir etki oluşturma potansiyeli taşır.
Bu yaşlar için (0-3 yaş) tanımlanmış, önemli stres faktörleri olarak aşağıdakiler sayılabilir:

Çevrede bir şiddet olayına tanık olma
Doğal afet
Ebeveynden ayrılma- iş nedeniyle
Ebeveynden ayrılma- diğer bir nedenle
Ebeveynin hastalığı- fiziksel
Ebeveynin hastalığı- psikiyatrik
Ebeveyn kaybı
Evin aniden kaybedilmesi
Evlat edinilme
Fiziksel hastalık
Fiziksel olarak aniden incinme/yaralanma
Hastane yatışı
İhmal
İstismar- cinsel
İstismar- duygusal
İstismar- fiziksel
Kaçırılma
Kardeş doğumu
Koruyucu ailede kalma
Önemli bir yakının kaybı
Önemli bir yakının travma geçirmesi
Taşınma
Yoksulluk
Yuvaya başlama vs.


Bu faktörler her çocuk için farklı etkiler yaratsa da, bazı çocuklar bu etkilere diğerlerine göre daha hassas olsa da, stres etkenlerinin varlığı ve şiddeti arttıkça, her çocuk/bebek kendi içinde etkilenebilir. Başka bir deyişle, stres etkenlerinin varlığında dahi nispeten olumlu bir davranış ve duygulanım görüntüsü içinde olan bir bebek, stres etkenleri ortadan kalktığında, ya da hafiflediğinde, daha önce göstermediği ölçüde, daha iyi bir görüntü sergileyebilir. Öte yandan, psikososyal gelişimi tamamen normal olan bir bebek, tek bir stres etkeni ile ciddi ruhsal sıkıntı içine girebilir.
Stres etkenlerinin çocuğu etkileme şiddeti, o etkenin süresi, şiddeti, anlamı, telafi mekanizmaları, çocuğun bilişsel kapasitesi, gelişim düzeyi vs. gibi faktörler tarafından şekillenir.
Önemli bir nokta da, çocuk/bebek herhangi bir sorun ortaya koymuyor diyerek, olası stres faktörlerinin görmezden gelinmemesi gerekir. Ancak, belirli şiddetteki stres hayatın her aşamasında var olmaya devam edecek, zaman zaman itici güç olacaktır. Önemli olan, bu olasılıkların farkında olmak, gerekli önlemleri almak ve stresle baş etme yöntemlerini ve becerilerini geliştirmektir.
 
Hiperaktif Deyip Geçme

“Günümüz çocukları kadir kıymet bilmez oldular. Laf anlamaz, saygı duymazlar. İtaat etmez, sorumluluk nedir bilmez, derslerine çalışmazlar. Oysa bizim zamanımızda...”
Ancak, günümüzde DİKKAT DAĞINIKLIĞI ve HİPERAKTİVİTE denen bir özel durum var ki yukarıdaki kuşaklar arası fark ile açıklanamaz. Eski öğretmenler, sınıfta sırasında oturamayan çocukları pek bilmezler. Son yirmi yıldır, öğretmenler sınıfta yerinde duramayıp devamlı dolaşan çocuklarla karşılaşmaktalar. Bu çocuklar, kendilerini derse verememekteler. Oysa bu çocuklar geri zekalı değiller. Çünkü kendilerini kısa sürede olsa derslerine bir verseler, öğrenebiliyorlar. Esas mesele, onları dersin başında tutabilmekte.
Sonuç olarak, çoğu zeki oldukları halde bu çocuklar, derste başarısız olmaktadır. Ayrıca, bu çocuklar sınıftaki davranışları ile arkadaşlarının da dikkatini dağıtmaktadır. Arkadaşlarının kalemine defterine ‘sataşmakta', hatta hırçın tavırları ile zaman zaman onların canlarını yakmaktalar. Doğal olarak, pek çok çocuk böyle hiperaktif bir çocukla arkadaşlık etmek istememektedir. Bunun sonucunda bu çocuklar dışlanmaktadırlar.
Haklı olarak, diğer çocukların velileri de dersin akışını bozan, kendi çocuklarının eşyalarına ve hatta kendilerine zarar veren, düz duvara tırmanan bu çocukların sınıfta olmasına rıza göstermemekteler. Konunun diğer halkasını oluşturan öğretmenler için de sınıfta bir hiperaktif öğrencinin varlığı, hem müfredatın sürdürülmesinde hem sınıf ahenginin korunmasında çeşitli sorunlar çıkarmaktadır. Bu konunun bir halkasını da hiç şüphesiz, hiperaktif bir çocuğa sahip aile oluşturmaktadır. Okul çağına kadar biraz şımarıktır, biraz hareketlidir diyerek çocuğunun peşi sıra saçını süpürge eden aile, okul kapısında ‘red ‘ cevabı almaya başlayınca, adeta ‘ŞOK' geçirir. Öğretmen değiştirilir sorun çözülmez, ağırlaşır. Okul değiştirilir sorun çözülmez, ağırlaşır. Son halka, şüphesiz, hiperaktif çocuğun kendisidir.
Önceleri ‘inatçı, tembel, dikkatsiz, başarısız' gibi sıfatlar ile aşağılanan çocuk, giderek çığırından çıkar.

‘Ah! Şu büyükler bir anlasalar onun dikkatini toplamamakta inat etmediğini...
Ah! Bir anlasalar onun dikkatinin toplanamadığını...
Ah! Bir bilseler bu kadar çok hareketli olmasının onun elinde olmadığını...' En vicdan yakan durumun ise onun bu durumu bile anlatamayacak kadar küçük ve zavallı olduğunu.
Ah! Bir bilseniz, bu çocukların çoğunun uygun bir yaklaşımla tamamen normal davranışlara sahip olabileceklerini...
Ah! Bir bilseniz onları sınıftan atmak yerine topluma kazandırmanın gerekliliğini...
Tam tersine onları sınıftan atarak onları yok edemeyeceğinizi... Ve hatta topluma sorunlu birer erişkin olarak katacağınızı... Üstelik bunun farkına bile varamayıp, ‘Ah! Eski devirler ne güzeldi, oysa şimdiki gençlik...' diye hayıflanacağınızı.
 
Uyku - Hergün Yaşanan Ayrılık

Uyku, hayatımızın gündelik bir dönüm noktasıdır. Her akşam, çocuk anne-babasından ayrılır. Ne olduğunu tam da bilmediği bir dünyaya, uykunun dünyasına gider; sabaha geri dönmek üzere.

Bu ayrılık noktasında, çocuklar tedirginleşebilir, ayrılmak istemeyebilirler. Uyandığında herkesi ve herşeyi bıraktığı gibi bulabileceğinden emin olmak isterler.

Günlerinin nasıl geçtiği, geceye, uykuya geçişlerini belirleyebilir. Uyku tarzı, bir bakıma, pek de kolay değişmeyen bir özellik olarak, çocuğun yapısı, özellikleri ve bilhassa ayrı olmaya dayanıklılığı hakkında fikir vericidir.

Bu dönüm noktasının en uygun nasıl geçileceğini bilebilmek için uykuyu tanımalıyız. Bu yazıda uykunun özellikleri ve uykuyu kolaylaştırıcı düzenlemeler hakkında bilgiler bulacaksınız.
Hayatta kalabilmek için uyumak zorundayız. Bugünden on binlerce yıl öncesinde yaşamış atalarımız açısından düşündüğümüzde, uyumak çok tehlikeliydi. Onlar, vahşi doğanın içinde güvensiz koşullarda, vahşi hayvanlara yem olmadan uyumayı sosyal dayanışma sayesinde başardılar. O dönemlerde, insanların hep beraber ve nöbetleşe uyuduklarını biliyoruz. Sosyal bir grup içindeki birey, grubun koruması altında güven içinde uyuyabilmekteydi.

Şimdi artık hayatımızda vahşi hayvanlar yok; ama yine de rahat bir uykuya dalabilmek için güvende olduğumuzu hissetmemiz gerekiyor. Bir kabile ya da grup olarak uyumak pek mümkün ve pratik gözükmese de, çocuklar yanlarında birilerinin varlığına fazlasıyla ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç günümüzde başkalarının fiziki varlığı şeklinde olmasa bile, psikolojik olarak varlığını hissettirmesiyle karşılanabilir.

Başkaları için değerli olduğunu bilmek, güvende olduğunu hissetmek özellikle çocukların uykuya rahat dalabilmelerinde önemli bir rol oynar. Rahat edemeyenler, ailenin psikolojik varlığı ile yetinemeyenler, anne-babalarının yatağına atıverirler kendilerini...
Niçin uyuruz?
Uyku vücudumuzun olmazsa olmaz bir fonksiyonu. Uykusuz yaşayamayacağımızı hepimiz biliyoruz; sadece gözleri kapatıp dinlenmek uykunun yerini tutmuyor. Uykuya bu kadar gereksinim duyanlar sadece biz insanlar değiliz, tüm canlıların o ya da bu şekilde uyku uyuduğu biliniyor. Peki ama, hepimiz neden uyuyoruz?
Neden uyuduğumuz sorusunun yanıtı henüz bulunamamış durumda. Uykunun hafıza ve hatırlama ile ilgili olduğuna dair bilgiler var. Ayrıca bağışıklık sistemimize etkisi olduğu, bu nedenle hastalıklar sırasında iyi bir uykunun iyileştirmeyi hızlandırdığına inanılıyor.
Uykunun gelişmekte olan beyin için büyük önemi olsa gerek, ne de olsa en çok küçük çocuklar, yani beyni en çok ve en hızlı gelişenler uyuyor. Bebeklerde uykunun beynin yapılanması ve yeni edinilen becerilerin beyinde yerleşikleşmesi üzerine önemli etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca büyümeyi etkileyen bazı hormonlar daha çok geceleri salınıyorlar. “Çocuklar uyusun da büyüsün” sözü boşa değil; söyleyenlerin bir bildiği olsa gerek.
Uyku döngüsü
Uyku konusunda yapılan beyin çalışmaları uykunun birbirini takip eden, birbirinden farklı bölümlerden oluştuğunu göstermekte. Uyku süresince beynimizin aktivitesi göz önüne alındığında uykuyu 2 ana kısma ayırmak mümkün: REM ve non-REM uykusu.
Gece boyunca bu iki tip uyku arasında gidip geliriz. REM uykusu sırasında uyandırılmak daha kolaydır, uyandığımızda genellikle kendimizi dinlenmiş hissederiz. Bu dönemde beynimizde müthiş bir hareketlilik vardır. REM uykusu sırasında görürüz rüyalarımızı, kabuslarımızı. Sabaha doğru daha uzun sürelerle REM uykusunda kalırız. Bu dönemde kalp atışımız, soluk alıp verişimiz düzensizleşebilir, göz, diyafram ve bazı solunum kaslarımız dışındaki istemli kaslarımız pek işlemez.
Non-REM uyku ise giderek derinleşen bir uyku dönemidir. Bu dönemin sonunda ağır bir uykuya dalarız. Sonrasında REM uykusu başlar, kimi zaman arada uyanır gibi olabiliriz. Non-REM uykusunda vücut fonksiyonlarımız en düşük seviyelerdedir. Non-REM uyku sırasında uyandırılmak zordur, uyansak bile sersem gibi oluruz. Özellikle çocuklarda uykunun ilk 2-3 saati derin uykuda geçirilir. Uyanıkken çok aktif olunması, gün içinde yorulma sonucunda ağır uykunun süresi uzar. Az uyuduğumuzda, ertesi gün daha derin uyuruz. Öğleden sonra uykusunu kaldırdığımızda, çocuklar daha derin uyumaya başlarlar. Bir uyku dönemi yaşa göre farklılıklar göstermekle birlikte ortalama olarak yaklaşık 90-120 dakika sürer. Gece boyunca 4-5 kez tekrarlanır. Bu dönemler bebeklerde daha kısa sürebilir, daha çok sayıda tekrarlanır.
Hangi yaşta ne kadar uyku?
Yenidoğan bebekler günün 16-23 saatini uykuda geçirirler. İlk aylarda bebekler gün içinde sık sık ve kısa sürelerle uyurlar. Altı aylık bebekler günde 14 saat, 12 aylık bebekler ise yaklaşık olarak 13 saat uyku uyur. Gündüz uykusu sayısı genellikle 1 yaş civarında ikiye, 18 ay civarında bire iner.
İki yaşındaki bir çocuğun günde 10-12 saatlik bir gece uykusu ve 1-2 saatlik bir öğleden sonra uykusu olması beklenir. Öğleden sonra uykusunun süresi giderek azalırken gece uykuya yatış saati sabit kalır.
Altı dokuz yaş arasındaki çocuklar ortalama olarak 11, 12 yaşındaki çocuklar 10 saatlik gece uykusu uyurlar. Bu yaşlardaki çocuklar uyku sırasında daha sakindir, daha az hareket ederler.
Ergenliğin başlaması ile birlikte uykuya olan gereksinim artar. Ancak yapılan çalışmalar bu yaşlardaki çocukların gereğinden az uyku uyuduklarını göstermektedir.
Yukarıda verilen süreler ortalama sürelerdir. Kişiden kişiye ciddi farklılıklar gözlenebilir. Çocuğunuz bu sürelerden daha fazla ya da az uyuyorsa telaşlanmayın.
Uykunun gelişimi
Yenidoğan bir bebek için başlangıçta gece gündüz arasında uyku açısından bir fark yoktur. Bebek ilk zamanlar gün boyu sık sık uykuya dalar ve kısa sürelerle uykuda kalır. Bebeğe gece gündüz farkını öğretmek için gündüz daha gürültülü, canlı bir ortam yaratırken gece mümkün olduğu kadar sessiz olmak gerekir. Gündüz onunla bol bol konuşup oynamak, gece ise gerekmedikçe ışık açmamak, konuşmamak, gereksinimlerini karşılayıp odadan çıkmak uyku düzeninin oluşması için bebeğe yardımcı olacaktır.
Bebek 2 aylık olduğunda beyin gelişimine paralel olarak uyku düzeninde de ciddi değişimler olur. Vücudun biyolojik saati oluşmaya başlamıştır. Zamanla toplam uyku süresi kısalırken bebek bir seferde daha uzun süre uykuda kalabilir. Üç aylık bebeklerin yaklaşık % 50’si geceyarısından sonra en az 5 saat anne babaya gereksinim duymadan uyuyabilecek duruma gelirler. Emzirilen ya da erken doğmuş bebeklerde bu düzen biraz daha geç oluşmaktadır.Yabancılamanın başlaması ile birlikte 6 aydan sonra gece uykularında bir miktar bozulma görülebilir. Dokuz ay civarında ayrılık anksiyetesinin gelişmesi de uykuyu olumsuz etkileyebilir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu dönemde bebekler kendilerini güvende hissederlerse ve kendi kendilerini rahatlatabilmenin yollarını bulurlarsa uykuya dalmaları ve uykuda kalmaları daha kolay olacaktır.
Üç yaş civarında gündüz uykusunun bırakılması sonrasında çocuklar daha derin uyumaya başlarlar. Beş ile yedi yaş civarındaki çocuklar fizyolojik olarak en iyi uyuyan çocuklardır. Uyanık iken cin gibi olurlar, uykuda iken derin uyurlar.
Ergenlikte biyolojik olarak önemli değişiklikler olur. Bu dönemde uykuya gereksinim artsa da, ergenler geç saatlere kadar uyanık kalır, sabah ta okula gittiklerinden erken kalkarlar. Bu nedenlerle gün boyu uykulu uykulu dolaşırlar.
Bebek nerede ve nasıl yatacak?
Beşik ya da karyolada yatacak,
Sırtüstü yatacak,
Yatağı sert olacak,
Yatağında yastık ve benzeri yumuşak nesneler olmayacak,
 
Anne-Baba ve Çocuklar Arasında İletişim

Anne-baba ve çocuk arasındaki iletişim yalnızca bilgi alışverişi anlamına gelmez. Bu ilişkide, aynı zamanda karşılıklı duygu ve düşüncelerin aktarımı da söz konusudur. İletişim denilince çoğu insanın aklına konuşmak gelir. Oysa ki burada konuşmaktan daha önemli olan ve belki de en zor öğrenilen şey dinlemektir.

Anne-baba ve çocuk arasındaki iletişimin ilk temelleri bebeklik döneminde atılır. Bebeğin kendilerine gülümsediğini gören anne ve baba da ona gülümseyerek ve konuşarak karşılık verirler. Bu bebeği daha da mutlu eder.

İyi gözlemci olan ve bebeğin diyalog isteğini fark eden anne-babalar bu konuda daha başarılı olurlar. Anne-baba ve çocuk arasındaki mesaj alışverişi yalnız konuşulan sözcüklerle sınırlı kalmaz, onların ötesinde anlamlar taşır.

Karşılıklı bilgi alışverişinden başka duyguları da paylaşırlar ve birbirlerine destek olurlar. İyi iletişim kurmayı başarabilen aileler yaşamlarındaki acı-tatlı tüm olayları ve sorunları paylaşmayı bilen ailelerdir. İyi iletişim kurmak için çocukla yalnızca konuşmak yetmez; aynı zamanda, ona hareketlerle duyguların da hissettirilmesi, yani vücut dilinin de kullanılması gerekir. Bu da zamanla öğrenilebilen bir durumdur.
 
Çocuklarda Cinsel Kimlik Gelişimi

Oedipus, Shakespeare'in eserlerinde bir erkek çocuktur. Shakespeare, Oedipusun kraliçe olan annesi ile olan anne-çocuk ilişkilerini anlatır. Bu anne-çocuk ilişkisi psikanalizin de konusu olduğundan, bu durum kitaplara, Shakespeare'in oyundaki kahramana atfen 'Oedipus kompleksi' olarak geçmiştir.

Çocuklar beş yaş civarında cinsel kimlik bulma çabası içine girerler. Erkek çocuklar baba rolünü benimserler. Babaları gibi annelerine yakınlaşırlar. Anneyi kazanmak için baba ile rekabet etmeye başlarlar. İşte, çocuğun iç dünyasında sessizce kurduğu bu düzenek bir erkeklik taslağıdır. Çocuk için bu sıkıntılı bir dönemdir. Çünkü baba güçlüdür. Ayrıca, anne ile baba arasında çözemediği özel bir yakınlık vardır. O halde, bu durum çocuk için bir krizdir. Bir sure sonra bu güçlü adam ile rekabet etmenin zorluğunu ve imkansızlığını farkeder. Babanın gücünü kabul eder. Baba ilekendini özdeşleştirip babanın safına geçer.
 
İlk İki Yaş ve Çocuğun Yetiştiği Ortam...

Beynin kopyalama yeteneği muhteşem bir olaydır. Fakat bu muhteşem doğa olayının bir fotoğraf makinesine yenildiğine şahit olduğumuz çok olmuştur. Ölümsüzleştirmek istediğimiz bir anın fotoğrafına bakarken dibine uzandığımız ağacın dallarındaki kıvrımların inceliğine o anı yaşarken dikkat etmediğimizi fark edersiniz. Fotoğraf makinesi sizin beyninizin o muhteşem kopyalama yeteneğinin çok üzerinde bir iş başarmış ve görüş açısı içindeki tüm detayları sizden daha mükemmel bir şekilde kaydetmiştir.

Bu mantıkla “bir fotoğraf makinesi beynimizin kopyalama yeteneğinden daha mükemmeldir” sonucuna varmak yanlış olur. Çünkü fotoğraf makinesinden farklı olarak beynin çevresel uyaranları* algılaması seçici bir özellik gösterir. Şöyle ki bu yazıyı okumaya bir an ara verin ve oturduğunuz yerden kalkmadan etrafa bir göz atın. Görebildiğiniz tüm detaylara dikkat etmeye çalışın. Ayaklarınızın bastığı zemine, altında bulunduğunuz kubbeye, renklerdeki çizgilerdeki detaylara şöyle alıcı gözle bir bakın. Az önce hiç fark etmediğiniz sayısız detay gördüğünüzü itiraf edin. Her an bu tür bir dikkatle çevrenize bakmaya ve görmeye devam etseniz bir süre sonra beyninizin gereksiz detaylara ne kadar fazla yorulabileceğini bir hayal edin. İşte beynin gereksiz detayları ayıklayıcı, bu seçici özelliği onun bu fotoğraf makinesi ile karşılaştırılamayacak olan muhteşem seçici kopyalama yeteneği ile mümkün olabilmektedir.

Bebeğin çevreden gelen tüm uyaranlar arasından annesinin kokusunu, sesini ayırt ederek seçebildiği bir gerçektir. Ancak yeni doğan bebek beyninin gereksiz detayları seçici yeteneğinin henüz biz yetişkinlerin sahip olduğu seviyede olmadığı açıktır. Yeni doğan bebeğin yürüme yeteneğinin henüz olmadığı gibi çevresel uyaranları ayırt etme yeteneğinin sınırlı olacağı da anlaşılabilir bir durumdur. Söz gelişi bebeklerin yürüme yeteneği bir yaş civarında gelişir. Peki bebeğin uyaranları yetişkin bir insan derecesinde seçici olarak algılama yeteneği ne zaman gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle insan beyninin seçici algılama yeteneğini kazanabilmesi ne kadar sürede gerçekleşmektedir. Ya da beyin bu gelişme süreci içerisinde nasıl bir değişiklik ile karşı karşıyadır.

Bu soruya ilk yanıtlardan biri K.Lorenz’den gelmiş ve bu gözlemiyle Lorenz 1973 Fizyoloji ve Tıp dalında Nobel Ödülüne layık görülmüştür. Lorenz ördek yavrularının doğduktan kısa bir süre içinde annelerinin ardından ip gibi tek sıra halinde tıpkı anneleri gibi sağa sola sallana sallana yalpalayarak (paytak paytak) yürüdüklerini gözlemlemiştir. Lorenz anne ördek büyüklüğünde ve tıpkı anne ördek gibi yalpalayarak giden tekerlekli bir kutu yapmış ve yumurtadan yeni çıkan ördek yavrularının önünde bu kutuyu tıpkı anne ördek gibi hareket ettirmiştir. Yavrular anneleri yerine kutuyu takip etmişlerdir. Lorenz bu kez kendisi tıpkı anne ördek gibi yalpalayarak yumurtadan yeni çıkmış ördek yavrularının önünde yürümüş, yumurtadan yeni çıkmış yavrular bu kez tıpkı annelerini takip edercesine Lorenz’i takip etmişlerdir. O halde ördek yavrularının sallana sallana arkasından yürümeleri için anne ördek gereksizdir. Ördek yavrularının ip gibi tek sıra halinde yürümeleri için canlı ya da cansız ancak sallanarak hareket eden bir obje olması yeterlidir. Böyle bir uyaran varlığında ördek yavruları ip gibi bir sıra halinde yürüme ve önde gideni takip etme yeteneğine sahip olabilmektedirler.

Lorenz’in gözlemi bu kadarla kalmamıştır. Lorenz hemen ayaklanamayıp birkaç gün sonra ayağa kalkabilen ördek yavrularının ne annelerinin ne de önlerinde sallanarak giden canlı ya da cansız bir objeyi takip edebilme yeteneğine kavuşamadıklarını gözlemlemiştir. O halde ördek yavrularının öndeki objeyi takip edebilme yeteneklerini kazanabilmeleri yumurtadan çıktıktan sadece birkaç saat içerisinde olabilmektedir. İşte Lorenz’e Nobel’i kazandıran gözleminin yorumu bu noktadadır. Canlı beyni doğumdan sonra süresi her canlıya göre değişen “KRİTİK YAŞ” denen bir süreç geçirir. Bu süreç içinde canlı yavrusunun beyni karşılaştığı uyaranlar ölçüsünde yeni yapılara kavuşur. Bu yeni yapılanma o canlıyı hayat boyu devam edecek şekilde etkiler. Bu süreç içinde beyinde moleküler ve hücresel boyutta değişiklikler meydana gelir. Kritik yaş denen bu süreç her canlı için değişik bir süreyi kapsamaktadır. İnsan için bu süre kesin olarak belirlenene kadar doğumdan itibaren ilk 18-24 aylık dönem olduğunu şimdilik kabul edebiliriz. İşte bir Çocuk Hekimi ve Çocuk Nöropsikiyatrisine gönül vermiş bir Çocuk Nöroloğu olarak benim için en önemli nokta da buradadır. Çocuk beyni ilk 18-24 ay içinde bulunduğu ortamdan geriye dönüşü olmayan bir şekilde etkilenmektedir.

Otistik çocuk **ailelerinin hatırı sayılır bir çoğunluğu her bakımdan sağlıklı olan çocuklarının ilk 18 ay içinde ailenin yaşantısındaki bir değişiklikten sonra konuşma ve sosyalleşme yeteneklerini yitirdiğini ısrarla söylerler. Bu bir ev değişikliği, bakıcı değişikliği ve hatta bir süre anneden ayrılarak ve hatta anneanne babaanne gibi candan bir kişinin bakımında olmak gibi hepimiz için sıradan olabilecek bir değişiklik olabilir. Otizmin “buzdolabı anne” çocuklarında görüldüğü kavramı, otistik çocuk anneleri için yıllarca yıpratıcı olmuştu. Bu anneler çocuklarının rahatsızlığından kendilerini sorumlu tutarak yıprandılar. Sonunda bu kavram ortadan kalktı, ancak aileler çocuklarının ilk iki yaş içinde ruhsal bir travma ile örselendikleri konusundaki gözlemlerini söylemeye devam ettiler. Bunların ısrarla üzerinde durdukları çocuklarının “insan beyninin kritik yaş” döneminde geriye dönüşü olmayacak şekilde örselenmesiydi. Yoksa annelerinin “buzdolabı” diye nitelendirilecek soğuk ve duygusuz olmaları değil.

Üzerinde durmak istediğim bir başka nokta televizyon ve ilk 18-24 ay içinde ki çocuk ilişkisidir. Evinizde kedi köpek gibi evcil hayvan besliyorsanız, onların televizyondan gelen hemcinslerine ait seslere kayıtsız kaldığını, fakat sokaktan gelen hemcinslerine ait en ufak sese duyarlı olduğunu gözlemlemişsinizdir. Televizyondan gelen ses canlı sesten çok farklı metalik bir sestir. Evcil hayvanınızın beyni bu sese aşina değildir. Çünkü beyninin “kritik yaş” döneminde annesinin varsa kardeşlerinin sesini tanımıştır. Otistik çocukların genel bir ortak özelliği olan televizyona kilitlenme olayı da çocuğun beyninin bu kritik yaş döneminde televizyon sesine duyarlaşması nedeniyle insan sesi ve yüzü ile iletişim kurma yeteneğini geliştirememesidir. Bunun sonucunda da beyin geriye dönüşü olmayan bir şekilde yapılanmaktadır denilebilir.

Çocuk beyninin yeniden yapılanabilir, yeniden şekillenebilir yeteneğinin yüksek olduğu ilk 18-24 ay çocuk gelişiminde çok önemlidir. Bu dönemde beyin çevresel uyaranları seçici olamadan tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi algılar ve kaydeder. Bu dönemde beyin algıladığı uyaranlara göre geriye dönüşü olmayacak yapıda şekillenir. Bu nedenle insan için kritik yaş olan ilk iki yaşta anne çocuk ilişkisi olabilecek en doğal haliyle korunmalı ve çocuğun çevresel uyaranlardan örselenmesine hiçbir şekilde fırsat verilmemelidir diyor ve annelere, anne adaylarına bebeklerinin tadını doyasıya ve katıksız annelik içgüdüleriyle çıkarmalarını diliyorum.

Bu arada Lorenz bir çoğumuz gibi ördekler zaten yalpalayarak yürür diye düşünüp bu olayı takip etmeseydi Nobel ödülünü alamazdı. Ona ve onun gibi gözlemcilere olan kıskançlığımı da belirtmeden geçemeyeceğim
 
Anne, Salça Değil mi....?

"... Benim çocukluğum, bir liraya sinema bileti, 25 kurusa iki top dondurma alınabilen günlerde geçti. O zamanlar televizyon yoktu, hafta içlerinde saat 15:00 de Arkası Yarın’ları dinler, hafta sonları da ailecek sinemaya giderdik.

Büyüklerimiz çekirdeklerini çitlerken, biz yeteri kadar tutturabilmişsek alınan fruko-buzlarımızı büyük bir iştahla yalayıp beyaz perdenin düş dünyasında kaybederdik kendimizi. Bir tek annemizin her doğuş sahnesinde kulağımıza eğilip, "aslında gerçekten birbirlerine vurmuyorlar, sadece vuruyormuş gibi yapıyorlar" deyişleri, kanlı sahnelerde saklandığımız annemizin kolunun altından duyduğumuz "gerçekten kan değil, sadece salça" açıklamaları, bir de öpüşme sahnelerinde gözlerimizin üzerine kapanan annemizin gül kokulu elleri ve "bunlar çocuklara uygun sahneler değil" serzenişleri gerçeğe dondururdu bizi.

Ucan Tekme Bruce Lee ve her an gözleri yaslı Türkan Soray ve Hülya Koçyiğit genç dünyalarımızın en büyük rol modelleriydi. Evcilik oyunlarımızda biz kızlar köyden sehire yeni gelmiş boyalı güzel kızın trajedilerini yeniden canlandırırken, erkek çocuklar cimlerin üzerinde birbirini tekmeler, parmaklarını hasımlarının gözlerinin içine sokmaya uğraşırdı...

Bizler, Afrika'da çocukların açlıktan öldüğünden, insanların hala inançları, renkleri için savaştığından, grup tecavüzlerinden, intihar bombalarından habersiz büyüdük. Küçücük yaşamlarımızın en büyük korkusu gün batımından sonra hala sokaklarda oynuyorsak bizi kaçırıp dilencilere satabilecek olan bohçacı kadın, en büyük arzusu arkadasın bisikletiyle mahalle etrafında iki tur atmaktı.... "

Bizlerin çocukluğundan beri çok şey değişti. Gelişen teknoloji ve yaygınlaşan habercilikle her an evimizin içinde şiddet, terör, uçakların çarptığı kuleler, çaresiz kalmış kan içindeki insanlar, açlıktan ölen bebekler, birbirine emensizce saldıran insanlar var.

Bir de insanların en eski merakini gidermeye yönelik Birisi Bizi İzliyor adıyla insanların yatak odasına kadar giren kameralar, en detaylı öpüşme ve yatak sahneleri. Tüm bunlardan bunaldığımızda biraz neşelenmek için izlediklerimiz müzik esliğinde dans eden seksi kıyafetli sarkıcılar, gün değişimiyle beraber sevgili değiştiren futbol oyuncuları ve mankenler.

Evlerimizin bas köselerine en kıdemli misafir olarak yerleştirdiğimiz büyük ekran televizyon setlerimiz, Pentium IV bilgisayarlarımız "CANIM SIKILIYOR ! " diyen çocuklarımızı basımızdan savmak için yolladığımız ucuz ve kolay bakıcılarımız. Bizler yoğun bir günün sonunda ayaklarımızı uzatıp dinlenirken, ya da ahbaplarımızla söyleşirken çocuklarımız yumruklasan zorbaları, bir yatağın içinde debelenen yabancıları seyrediyor, ya da en yeni ve en gerçekçi teknolojiyle uzaylı olduruyor..

Yine değişen bir şey yok. Yine çocuklarımız tekmeleşiyor, yine çocuklarımız ellerine mikrofon niyetiyle aldıkları süpürge saplarına şarkılar söylüyor, gerdan kırıyor, dans ediyor, bir fırsatını bulduğunda öpüşmeyi deniyor. Çünkü bunları TV ve bilgisayar ekranlarında yapanlar alkışladığımız ya da umarsız kaldığımız kahramanlar. Peki çocuklarımıza neler öğretiyoruz?

- Çocuklarımızı şiddete, korkuya.. veya, sekse "duyarsız" hale getiriyoruz.
- Çocuklarımız şiddeti problem çözmenin kabul edilebilir bir çözüm yolu olarak görmeyi öğreniyor.
- Çocuklarımız gördüklerini taklit edip vücutlarını kullanmanın sosyal belirginlik için gerekli olduğu sanısına kapılıyorlar.
- Ve çocuklarımız belli karakterlerle kendilerini özdeşleştirip, onların popülaritesini kazanmaya çalışıyorlar.

Pek çok ana-baba okuldan şikayetler gelmeye başladığında, çocukları uyumsuz ve kavgacı olarak tanımlandığında, bir başka çocuğun gözünü morarttığında ya da henüz rüştünü ispat etmemiş kızları evden kaçtığında, oğulları alkol ve uyuşturucu denediğinde çaresiz ve şaşkın.

Çünkü, pek çok ana-baba "sadece salca", "hemen silahlara sarılmak yerine söyle bir çözüm yolu denenebilirdi" demek için ya da ellerini çocuklarının gözlerine kapayıp "bunları görmeni uygun görmüyorum" açıklaması için değillerdi onların yanında. Çocuklar sadece TV ve bilgisayar ekranlarından öğrendiklerini tekrarlıyorlar. Yanlarında tüm bunların ilgi çekmek ve para kazanmak amaçlı hileler olduğunu anlatan, onları hayal dünyasından gerçeğe çeken yetişkinlerin yokluğunda kendi yorumlarını yapıyorlar.

Şiddetin gittikçe yaygınlaştığı, serbest seksin olağanlaştığı günümüzde çocuklarımızı korumak için neler yapabiliriz? Dünyada yaşananları değiştirmek, çocukları etraflarından tamamen izole etmek kontrolümüz dışında. Ancak, en azından evimizin bas kösesine davet ettiğimiz konuklarımızın kulaklarını biraz kısmakla, yarını yetişkinlerini parmak basılması gereken yerlerde uyarmakla başlayabiliriz ise.

- Herşeyden önce anne-baba olarak izlediğiniz programlarla çocuklarınıza örnek olun. Şiddet, terör, uyuşturucu, seks içeren programları izlemeyi sizler yetişkin olarak reddeder ve sebeplerini çocuklarınıza açıklarsanız, isiniz oldukça kolaylaşır.

- Çocuklarınızın izledikleri programları, oynadıkları oyunları filtreden geçirin. TV veya bilgisayar basında geçirilen zamana limit koyun.

- Çocuklarınızla beraber TV seyredin, gerçek olanları "film icabı" olanlardan ayrımsayın, açıklayın. Şiddet sahnelerinin izleyicinin dikkatini çekmek için yapılan hilelerden oluştuğunu; söz gelimi üç yerinden kurşunlanan kişilerin kalkıp dövüşmeye devam edemeyeceğini, bunun çok acı veren hatta ölümle sonuçlanan bir yaralanma olduğunu anlatın...

- Ayni şekilde sahnede şarki söyleyip dans etmenin dışardan bakıldığında çok kolay ve eğlenceli bir hayat sekli olduğu zannedilse de bu hayat tarzının her zaman mutluluk getirmediğini, bir çok zorlukları olduğunu açıklayın.

- Çocuklarınızın hayal dünyalarını kısıtlamadan "gerçek" ve "evrensel doğruları" öğretin.

- En önemlisi, çocuklarınızın sorularını cevaplamak için her an müsait olun.
 
Çocuklarda Utangaçlık

Utangaçlık çok sık görülen bir duygudur. Hemen herkes yeni sosyal durumlarda belirli ölçülerde sosyal kaygı yaşayabilmektedir. Aslında kişinin yeni sosyal duruma ve olası tehditlere karşı gerekli tedbirleri alması açısından adaptif, koruyucu bir özellik olarak da değerlendirilebilir.
Peki neden bazı çocuklar diğerlerine göre daha utangaçtır? Utangaçlığın belirli bir kısmı öğrenilir. Yani, aile çevresi ve kültürel normlar diğer çevrelere göre kişinin daha utangaç görülmesine yol açabilir. Örneğin Çinli çocuklar, İsveçlilere, ya da Amerikalılara göre daha az konuşkandırlar. Bazı aileler çocuklarını sosyal ilişkilerden daha uzak ve çekingen olmaları yönünde yönlendirir ve bu yönde ödüllendirebilirler.
Öte yandan, utangaçlığın biyolojik ve mizaçla ilişkili yönleri üzerine bulgular günden güne artmaktadır. Diğer kişilik türlerine göre utangaçlığın daha fazla genetik özellik gösterdiği görülmüştür. Evlat edinilen çocuklarla yapılan çalışmalar da, biyolojik annenin çocuğun sosyal özellikleri açısından belirleyici olduğunu ortaya koymuştur.
Genel anlamda sosyal kaygıların sürekli olduğu ve kişinin hayatını zorlaştırıcı, ya da engelleyici olabildiğinde sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) tanısı akla gelebilir.
SAB’nin bilinen ilk tanımı, Hipokrat tarafından sosyal ortamlarda yüz kızarmasını çağrıştıran eritrofobi ismiyle yapılmıştır. Utangaçlık düzeyindeki sosyal anksiyete, sosyal olarak kabul görmeyi sağlayabildiği ölçüde uyumlu bir özellik olabilmekteyken, aşırı tehdit algısı ve insanlardan uzaklaşmaya neden olabilen sosyal anksiyete işlevselliği önemli düzeyde bozabilmektedir. Günümüzde çocuk ve ergenlerde SAB tanımı içinde, erişkinlerde de olduğu gibi en sık, toplum içinde konuşma, yemek yeme, yazı yazma; partilere katılma; otorite figürleri ile konuşma; sosyal ilişkilere katılma korkusu; sosyal ortamlarda nefes darlığı, yüz kızarması, çarpıntı, baygınlık, titreme, ağız kuruluğu, kaslarda gerginlik, karın ağrıları, ölme isteği ve baş ağrısı gibi fiziksel şikayetler yer alır.
Çoğu anksiyete bozukluğu gibi SAB da sıklıkla çocukluk çağında başlamaktadır. Son yıllarda yüksek görülme oranı ve işlevselliği belirgin düzeyde etkilemesi nedeniyle SAB daha fazla dikkat çekmeye başlamıştır. Erken başlangıcı ve henüz patolojik düzeye gelmeden tespiti ile koruyucu yaklaşımın sağlanması mümkün olabilmektedir.
Yaşam-boyu görülme oranı %13.3’tür (erkekler: %11.1, kadınlar: %15.5) ve kişinin işlevselliğini oldukça olumsuz etkileyen bir psikopatoloji olan SAB sıklıkla ergenlik (13-20, ort:15.5) yaşlarında başlamaktadır. Bu çocukların sosyal becerileri düzeyleri düşük olarak kalır, daha az arkadaş sahibi olurlar, belirgin olarak yalnızlık yaşayabilirler ve çok sayıda aktiviteden uzak dururlar. Bazı olgularda sosyal anksiyete okul korkusuna neden olabilir. Yine bazı SAB olguları, sosyal kaygıları sonucu davranım sorunları, karşı gelme davranışı, alkol ve madde kullanımı gösterebilirler.
Ne yapmalı?
Çocuğunuzun özelliklerini tanıyın ve onu bir bütün olarak kabul edin. Onun tüm ilgi alanlarına ve duygularına hassas olmak ve kabul edici (daha az eleştirel) yaklaşım onun özgüvenini arttırmak açısından ilk adımlardan biridir.
Özgüvenini arttırın. Utangaç çocuklar sıklıkla kendileri hakkında olumsuz düşüncelere sahiptir ve insanlar tarafından kabul edilmediklerini düşünebilirler. Onların becerilerini keşfetmelerine ve geliştirmelerine rehberlik edin. Kendini iyi hisseden, özgüvenli çocuklar nadiren utangaçlık hissederler.
Sosyal becerilerini geliştirin. Onun sosyal ilişkilerde yaşadığı zorlukların nedenlerini araştırın. Uygun “sosyal beceri sözcükleri”, “sosyal beceri yöntemleri” konusunda yol gösterin. Küçük yaşlardan itibaren sosyal ortamlara (ör, spor kulübü, dans okulu, tiyatro vs.) girmesini ve sosyal becerilerini geliştirme fırsatı bulmasını sağlayın.
Yeni ortamlara alışması/ısınması için fırsat verin. Tehdit edici olarak algıladığı bir ortama girerken aşırı zorlayıcı olmamaya dikkat edin, oraya alışabilmesi için zaman verin ve olumlu özelliklerine (çocuğa ve ortama ait) dikkat çekin.
Yardım almayı ihmal etmeyin. Genellikle kronik ve dirençli bir özellik olduğundan ve daha şiddetli olgularda kaygılarla baş etmek çok zor olabildiğinden, biyopsikososyal iyilik halinin devamı, temini için gerekli olduğunda psikiyatrik, psikolojik yardım fırsatlarını araştırın.
 
Aile içi İletişimde NLP

AŞIRI İLGİLİ AİLE
Aşırı bakım vardır.
Normalden fazla yardım vardır.
Bebeksi bir değer verilir.
Çocuğun her işini anne üstlenir

Çocuklar:

Hep desteklenmeyi bekler.
Risk alamaz.
Hep birilerine bağımlıdır.
Gururlu olurlar.
Duygu ön plandadır.
Her isteğinin olmasını ister.
Kendine güveni azalır.

Sevgili Anneciğim ve Babacığım;


Bu size yazdığım ilk mektubum. Lütfen dikkatlice okur musunuz?

Büyümek istiyorum artık. Sorumluluk almak….

Şimdiye kadar benim yatağımı siz topladınız, okul servisine siz bindirdiniz hatta arkamdan öğretmenimi arayıp öğle yemeğinde sandivicimi ve meyve suyumu bitirmem için sıkı sıkı uyardınız. Arkadaşımda kalmaya gittiğimde gecenin bir yarısı telefon açıp sohbetin en tatlı yerinde “hadi yatın artık sabah da uykunuzu alın, erken kalkın” dediniz. Baharda bile dondurmadan sonra zorla koca bir bardak su dayadınız ağzıma… Bunu hep benim iyiliğim için yaptınız… Evladımız hasta olmasın, desteksiz kalmasın dediniz hep. Biliyorum bunların hepsi benim içindi.

Yaptığınız her şey için teşekkür ediyorum. Ama artık büyümek istiyorum. Kendi sorumluluklarımı taşımak, kendi yatağımı kendim toplamak, yardıma ihtiyacım olduğunda içimdeki zeki ve düşünceli insanın bana yardım elini uzatmasını istiyorum. Şimdiye kadar bütün sorularıma benden önce cevap buldunuz ve belki de bu yüzden artık cevapları kendim aramak istiyorum.

Ve risk almak….

Çünkü biliyorum ki kıyıdan ayrılamadığım sürece açık denizlerde yüzemeyeceğim. Siz her zaman benim güvenliğimi düşündüğünüz ve bu yüzden boğulmamam için kıyıda kalmamı istediniz. Ama ben okyanusları merak ediyorum. Kıyıda çırpınmak değil, su yutarak da olsa yüzmeyi öğrenmek istiyorum.

Benim için endişe duymanızı anlayabiliyorum. Beni korumak, kollamak istiyorsunuz. Bütün ihtiyaçlarımı karşılayarak benim sorunsuz bir yaşam sürdürmemi istiyorsunuz. Ve belki de bu yüzden benim adıma düşünüp, benim adıma karar alıp, benim yapmam gereken her şeyi siz yapıyorsunuz. Ama ben biliyorum ki hayat koşulları her zaman istediğim şeyleri bana sunmayacak, bunu çok iyi biliyorum. Sizin şefkatli kollarınız gibi değil yaşam… Sizden ayrıldığımda, yaşam bana sizin kadar şefkatli davranmayacak… Ve bu yüzden hangi sorunla karşılaşırsam karşılaşayım ayakta kalmak istiyorum. Desteğiniz için çok teşekkür ederim. Ama desteksiz ayakta kalmanın ne olduğunu da öğrenmek istiyorum.

Aslında bu yaptıklarınız şimdi çok hoşuma gidiyordu. Benim yerime düşünen, benim geleceğimi planlayan birisinin olması… yalnız büyüdükçe fark ediyorum ki, yaptığınız iyi niyetli davranışların çoğu benim kendime duyduğum güveni parça parça azaltıyor.

Peki bundan sonra ne olacak?

Şimdi küçüğüm ve benim hayatıma yön vermenize sessiz kalmam normal. Ama ben hayatımı hiç kendi ellerime alamadım ki! Siz olmadığınızda kim yönlendirecek beni? Kim benim davranışlarımı belirleyecek? İş hayatımda ya da özel hayatımda sorunlarla karşılaştığımda kim benim adıma çözüm bulacak?

Tek başıma ayakta kalabilir miyim?

Kendime güvenebilir miyim açıklardaki bir gemiyi tek başıma limana yaklaştırabileceğime?...

Sizleri suçlamıyorum. Çünkü siz de belki öyle gördünüz. Öyle büyüdünüz belki de… belki de çok zorluklar çektiğiniz için benim şimdi güvende ve rahat olmamı istiyorsunuz. Sadece sahip olduğunuz şeyleri aktarmaya çalışıyorsunuz, biliyorum.

Belki de bu yazdıklarıma rağmen ben de ileride çocuklarıma sizin gibi örnek olmak için canla başla çalışacağım.

Belki destek bulamazsam hep kendimi eksik hissedeceğim.

Belki bu desteği yanlış yerlerde arayacağım. Belki de bu yüzden kötü insanlara katlanmak zorunda kalacağım.

Ve belki de bir gün benim çocuğum bana böyle bir mektup yazacak ve artık özgür iradesiyle yaşamak istediğini belirtecek. Kim bilir?...

Son olarak şunu bilmenizi isterim ki sizi çok seviyorum…
 
Geri
Üst