Arpalık

7
EXE RANK

-тнє αLуx-

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
21 Tem 2009
Mesajlar
7,782
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Web sitesi
www.netbilgini.com
-тнє αLуx-
Arpalık

Osmanlılar'da devlet memurlarına vazifeleri sırasında maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan sonra ise tekaüt veya ma’zuliyyet maaşı olarak tahsis edilen gelir.
Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği, kesin olarak bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, memurluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir. Arpalık, kendisinden başka kalabalık maiyeti, uşak ve hizmetkârları bulunanlara, masrafları gözetilerek bağlanırdı. Bu aylık, önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askerî şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare amirlerine, on yedinci asırdan itibaren de vezirler ile ümeraya verilmeye başlandı.

Arpalık, ya belli bir kaza veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunarak veya hazineden belli bir gündelik verilerek olurdu. Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bevech-i arpalık ulufe denilirdi. Arpalığın en fazlası; idare amirleri için senelik 100 000, ilmiye sınıfı için 70 000, yeniçeri ağaları için 58 000, saray mensupları için ise 19 999 akçe idi. Ulufe olarak verilenlerin senelik toplamı da, bu değerleri aşmazdı.

Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip, yerlerine bir naip gönderdikleri gibi, bazen de kendileri giderlerdi. Sultan Üçüncü Selim, bozulan ilmiyenin ıslahına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul (azledilmiş) vilayet kadıları ile kazaskerlerden, vilayet kadılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hakimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizama vermeyip emanet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst naiplere vermeleri gibi hususları içeren fermanında; cahil kimselere naiplik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin, yeniden kadılığa tayin edilmemesini emretti.

Arpalık, birçok suiistimallere meydan verdiği için, on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı. Bu durum daha sonra genişleyerek, arpalık maaşı; Tanzimat'tan sonra, isim değişikliği ile tarik maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı. Meşrutiyet'ten sonra ise, ilmiye sınıfına da, diğer devlet memurları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı. Böylece, arpalık, tarihe karışmış oldu
 
Atabeg

Selçuklu Devleti'nde şehzadeleri eğitip yetiştiren ve zamanla devlet kuran yüksek rütbeli memurlar. “Atabeg” unvanı, ilk defa Selçuklularda kullanıldı ise de, daha önceki Türk-İslam devletlerinde de bu vazifeyi gören memurlar vardı. Osmanlılar'da ise, şehzadeleri yetiştirmekle vazifeli kimselere lala denirdi.
Türkler, neslin devamını sağlayan çocuğa çok önem verdikleri gibi, onun terbiyesi ve yetişmesi hususunda da hassasiyet gösterirlerdi. Devletin devamının teminatı kabul ettikleri şehzadelere daha çok ehemmiyet verirlerdi. Bu düşünceler içinde olan Selçuklu hükümdarları, oğullarına, dinî, millî, manevî ilimlerin yanında; idarî, malî, askerî ve siyasî işleri öğretmek için, ümeradan birini atabeg (atabey) unvanıyla muallim tayin ederler ve istikbalin hükümdarlarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırlardı. Atabegler, büyük işler başarmış, mühim vazifelerde bulunmuş şahıslar arasından seçilirdi. Küçük şehzadelere vasi ve mürebbi olan ve doğrudan büyük sultana, yani Selçuklu Devletine bağlı bulunan bu atabegler, başında bulundukları idari sahada yarı müstakil bir hükümdar naibi durumundaydılar. İdarî, malî ve askerî bütün yetkileri ellerinde bulunduran atabegler, şehzadenin sultan olma durumunda da, onun veziri, kumandan ve müşaviri olurlardı.

Devletin güçlü olduğu zamanlarda, merkezi otoriteye bağlı ve faydalı olan atabegler, Sultan Melikşah’ın oğul ve torunları arasındaki otorite boşluğundan istifade ile idarelerindeki vilayetlerde, yaşları küçük şehzadeler adına değil kendi başlarına hareket ettiler. Bu şekilde bağımsızlıklarını ilan eden atabegler, kendi aralarında da topraklarını genişletmek için mücadeleye giriştiler.

En meşhur Selçuklu atabegleri; Tuğ Tigin, İldeniz, İmadüddin Zengi, Muzafferüddin Salgur, Emir Sipehsalar, Gümüş Tigin Candar, Emir Atabeg Kara Sungur, Aksungur ve Anuş Tigin’dir. Bunlar arasında, elde ettikleri nüfuzlarından istifade ile devlet kuranlar oldu. Atabeglerin kurdukları devletler arasında en meşhurları: Dımaşk Atabegliği (Tuğtiginliler), Zengiler (Musul Atabegliği), İldenizliler, Salgurlular, Beğtiğinliler (Erbil Atabegliği)'dir.
 
Avrupa Tüccarı
Avrupa ile, ahitnameli (antlaşmalı) tüccar statüsünde ticaret yapma müsaadesi verilen, Osmanlı tebaası gayrimüslim tüccarlara verilen ad. Osmanlı ülkesi sınırları içinde, ahitnameli devletler tüccarı ile Müslüman ve gayrimüslim tebaadan olan tüccar, farklı şartlarda ticaret yapardı.
Ahitnameli tüccarın, dış ticarette daha imtiyazlı durumda bulunması, yabancı elçilik ve konsoloslukların kullanacakları tercümanlardan cizye vb. vergilerin alınmaması gibi durumlar, gayrimüslim Osmanlı tebaasına çok cazip geldi. Bu gayrimüslimler, İstanbul'daki yabancı devlet elçiliklerine ve diğer şehirlerdeki konsolosluklara başvurarak, tercümanlık beratı aldılar. Elçiliklerdeki ve konsolosluklardaki vazifeliler, bu yolla bazı menfaatler elde ettikleri için, zamanla tercümanlık beratı alan gayrimüslim tebaa çoğaldı.

Tercümanlık beratı ile ilgili suiistimalin önlenmesi için, Osmanlı Devleti idarecileri, bazı tedbirler aldılar. Sultan Üçüncü Ahmed Han, Sultan Üçüncü Mustafa Han ve Sultan Birinci Abdülhamid Han, bu konuyla ilgilenip yabancı elçilere notalar verdilerse de netice alınamadı. Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, 1791 senesindeki teşebbüs de, istenilen neticeyi vermedi. Bunun üzerine 1802 senesinde, Avrupa ile ticaret yapan ve yapacak olan, tüccar, kaptan ve gemi sahipleri için özel bir statü kabul edildi. Böylece "Avrupa Tüccarı" denilen bir sınıf ortaya çıktı. Avrupa ile ticaret yapmak isteyen ve güvenilir bir şahıs olduğunu ispat eden gayrimüslimler, Avrupa tüccarı beratı aldılar. Berat için 1500 kuruş ödenmesi ve beratın İstanbul Kadılığı Bab Mahkemesine kaydı şart koşuldu.

Avrupa tüccarı sınıfına girenlere; iki hizmetkârının bulunması, bunlardan birinin İstanbul dışında oturabilmesi hakkı tanınmıştı. Beratlı tüccara hukuki bakımdan da müste'min tüccar gibi muamele ediliyor, yabancı tüccarla 4000 akçeyi aşan davaları İstanbul'a sevk ediliyordu. Müste'min tüccarla olan davalarında ise, davalının tabi olduğu devletin ahitnamesi esas alınıyordu.

1839'da Ticaret Nezaretinin kuruluşundan sonra ise Avrupa tüccarlarıyla ilgili işlere Ticaret Nezaretince bakıldı. Ticaret Nezaretine bağlı bir Ticaret Meclisinin, 1850'de ise Ticaret Mahkemesinin kurulmasıyla, Avrupa tüccarının ticaretle ilgili davaları da burada görülmeye başlandı.

Osmanlı Devletinin, gayrimüslim tebaasını Avrupa devletlerinin himayesinden kurtararak, onlara müste'min tüccar hak ve imtiyazları tanımasından, ahitnameli devletler rahatsız oldular. Devletin, gayrimüslim tüccar hakkında kesin tavrını ortaya koyduğu 1806'dan sonra, yabancı himayesine giren birkaç tüccar olduysa da, gayrimüslim tebaa artık kendi adlarına ticaret yapmayı tercih etti. Bu, bilhassa Avrupa tüccarı imtiyazının verilişini takip eden yıllarda, bu statüye dahil olan Rum kaptan ve gemi sahiplerine büyük menfaatler sağladı.
 
Müslüman olmayan Osmanlı tebaası tüccarların büyük imtiyazlarla zengin olması üzerine, Müslüman tüccarlar, Babıali'ye bir dilekçe sunarak, Avrupa tüccarının sahip olduğu imtiyazların, kendilerine de tanınmasını istediler. Bu istek, zamanla elde edilen kârın Frenklerden Türklere geçeceği hesaplanarak yerinde bulundu. İstek, Sultan İkinci Mahmud Han tarafından da uygun bulununca, "hayriye tüccarı" adı verilen yeni bir ticari grup ortaya çıktı. Avrupa tüccarlarına yalnızca batı ülkeleriyle ticaret imtiyazı tanınırken, hayriye tüccarlarının Avrupa'nın yanı sıra Hindistan ve Uzakdoğu ülkeleriyle de ticaret yapmasına izin verildi. Dış ticaretin kolay ve çabuk yürütülebilmesi için, hayriye tüccarının iki ortağına da imtiyaz tanındı. Hıristiyan Avrupa tüccarları, yurt dışına çıkarılması yasak malları alıp satamazken, hayriye tüccarları, gemi kiralayarak veya kendi gemileriyle bu tür malların taşımacılığını, alım ve satımını yapabilirlerdi. Yabancı iskelelerdeki şehbenderler de hayriye tüccarlarına yardımla yükümlüydü. Şehbenderler ve bunlarla çalışan muhtarlar, hayriye tüccarları arasından seçilirdi.

Temel ihtiyaç maddelerinin alım satımıyla uğraşan hayriye tüccarları, merkezlerde ve iskelelerde ticaret büroları, mağaza ve depolar açıyor, gemi çalıştırıyorlardı. Devletin savaş ve olağanüstü durumlarda, hayriye tüccarlarına başvurması ve yardım istemesi tabiiydi.

Tanzimat'tan sonra Avrupa tüccarlığı ve hayriye tüccarlığının statülerinde bazı değişiklikler yapıldı. 1876'da ise Avrupa tüccarlığı ile hayriye tüccarlığı kaldırıldı
 
Geri
Üst