Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
HACC-I TEMETTÜ
Hac mevsiminde hac ile umrenin iki ihramla ayrı ayrı yerine getirilmesi. Temettü; ihtiyacını giderecek şekilde bir şeyden faydalanma; Umreyi veya umrenin ekseri şartlarını hac aylarında eda etmektir. Kişi şartların bir kısmını hac aylarında yapar ve o senede haccını eda ederse hacc-ı temettü yapmış olur. Yani hac aylarında (ve aynı yıl içerisinde) iki ihramla umre ve haccı eda etmeye hacc-ı temettü denilir.

Temettü haccı yapan kimseye mütemetti denir. Kelime anlamından da anlaşılacağı üzere temettü yapan kimse hem umre yaparak onun sevabından faydalanmış olur, hem de umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak ihramın yasaklarından kurtulur. Böylece bazı kolaylıklardan faydalanmış olur. Temettü haccı hacc-ı ifraddan efdaldır (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 238, Meydânî, el-Lübab, 1400, I, 199).

Hacc-ı Temettu yapmak isteyen kimse Mikat'ta ihrama girerken "Ya Rabbi, ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolay kıl ve benden onu kabul et" diye niyet eder. "Lebbeyk..." duasını okur, iki rekât namaz kılar. Mekke'ye girince umre için Kâbe'yi usûlüne göre tavaf eder. Tavaftan sonra iki rekât namaz kılar. Sonra Safâ ile Merve arasında sa'y yapar. Saçlarını kestirdikten sonra ihramdan çıkar, günlük elbisesini giyer. Arafat'ta vakfe yapmak üzere Mekke'den ayrılıncaya kadar günlük elbisesiyle ibadetlerini yapar.

Zilhicce'nin sekızınci günü Mekke'de tekrar ihrama girer. "Ya Rabbi, ben hac yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve onu benden kabul et" diye niyet eder. Yalnız hacca niyet etmiş olan kimse gibi hac menâsikini (hacla ilgili yapılması gereken işleri) yapar (bk. Hacc-ı İfrat). Hac ile Umreyi birlikte eda etmeye muvaffak olduğundan dolayı, şükür olmak üzere bir kurban keser. Bu kurbanı kesmek vacibtir, Akabe cemresi (halk dilinde şeytan) taşlandıktan sonra ve tıraştan önce Kurban bayramı günlerinden birisinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç gün, Arefe gününde bitmek üzere, hac esnasında, yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra veya memleketine döndükten sonra oruç tutar. Bu da vacibtir.

Temettü Hacc-ı ile ilgili hükümler Kur'an-ı Kerîm'de Bakara suresinin 196. ayetinde bildirilmiştir:

"Allah için haccı ve umreyi tamamlayın. Eğer (düşman veya hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (verir) güvene kavuştuğunuz zaman, hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser. Kurbanı bulamayan kimse üç gün Hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on üç gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin" (el-Bakara 196).

Bu ayetten anlaşıldığına göre: Temettü Hacc'ını, ailesi Mescid-i Haram'da (Mekke ve Mikat dahilinde) bulunmayanlar yani âfâkîler yapabilir. Temettü haccını yapan kimseye kurban kesmek vacibtir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç günü hacda, yedi günü de hac dönüşü olmak üzere on gün oruç tutar.

Temettü Haccı tatbikatı hakkında peygamberimiz ve ashabından rivayetler vardır:

İbn Abbâs'a Temettu Haccı hakkında sorulduğunda O şöyle cevap vermiştir: "Muhâcirler, Ensâr, Peygamber (s.a.s)'in hanımları Veda Haccı'nda hacca niyet ettiler. Biz de niyet ettik. Mekke'ye gelince Resulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Niyetinizi hacla beraber umre için yapınız. Ancak kurban (hedy) ***ürmüş veya belirlemiş olan kimse (böyle yapmasın). " İbn Abbâs diyor ki: "Kâbe'yi tavaf ettik, Safâ ile Merve arasında sa'y ettik. (Traş olduktan sonra elbiselerimizi giyerek ihramdan çıktık, kadınlarımızla beraber bulunduk. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki: "Yanında kurban ***üren kimseye, o kurbanı yerine ulaştırıncaya (Mina'da kesinceye) kadar (ihramın yasaklarından) birşey helâl olmaz. " Sonra bize Terviye günü (Zilhicce'nin sekızınci günü) akşamı hacca niyet etmemizi emretti. Hac menâsikini bitirince geldik Kâbe'yi tavaf ettik. Safâ ile Merve'yi sa'y ettik ve bize kurban vâcib oldu" (Mansur Ali Nasıf, et-Tâc II, 123).

Câhiliye devrinde Araplar hac mevsiminde umre yapmayı en kötü bir amel olarak görürlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) hem onların bu tatbikatına muhalefet etmek hem de Mekke dışından hacca gelenlere kolaylık ve ruhsat olmak üzere temettü haccı tatbikatını bize böylece öğretmiştir.
HACCIN FEVRİ VEYA ÖMRÎ OLUŞU:
Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma'siyettir. Bunda ısrar etmek kişiyi fıska ***ürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez" (Ebû Davûd, Menasik, 5; İbn Mâce, Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225). " Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün"(eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 284).

Şâfîlere ve imam Muhammed'e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm'ın tavsiye ettiği hususlardandır. Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz" (el-Bakara, 2/148) buyurulur. Hac kendisine farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber bunu, bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da yapmaması gerekirdi. Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur. Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ez-Zühaylî, a.g.e. III, 17, 18).
 
HACCIN HÜKMÜ VE DELİLLERI:
İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97).

"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (el-Bakara, 2/196) "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hac, 22/27)

Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz" (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 508). " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât' vermek, Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak"(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13).

Hz. Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?" demiş, Resulullah (s.a.s.) susmuştur. Bu soru üç defa tekrar edilince; " Eğer evet deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik,1, Ahmed b. Hanbel, II, 508). İbn Abbas (r.a)'dan yapılan rivayette, soru soranın el-Akra' b. Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac olur" (İbn Hanbel, II, 508; Nesâî, Menâsik,1; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 279). Bu hadis, haccın farz olarak tekrarının gerekmediğini gösterir. İslâm hukukçuları, haccın bir defadan fazla farz olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği içindedir (İbnü'l-Humam, Fethu'l Kadîr, Kahire 1316, II, 122; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 280). Hadiste şöyle buyurulur: " Hac ve umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi, fakirliği ve günâhları yok eder. Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir" (Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 6; İbn Mâce, Menâsik, 3). Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak harcı ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur. Haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh olur. Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefilere göre bu kerâhet, tahrîmendir.

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbeliler ise, haram malla yapılacak hacca icazet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arazide kılınacak namazı da sahih kabul etmez (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 223; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 223).
 
HACCIN ŞARTLARI:
Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.

Genel Şartlar. Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.

1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur. Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.

2. Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer'î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır. Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından" (Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15). Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 120-122, 160; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II,120 vd.; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 218-222, 241, 248-250).

3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.

4. Vakit: Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar. De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir" (el-Bakara, 2/189). " Hac ayları bilinen aylardır" (el-Bakara, 2/197). Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce'nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes'ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)'den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir (Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77; Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63).

Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir (el-Bakara, 2/196). Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat'tan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs'ın (ö. 68/687) naklettiği; "Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir" hadisi delildir (Buhâri)

Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl'in başından, yani Ramazarı bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat'ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı ve sa'y gibi ibadetler kalır (İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 220 vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, III, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 63-65).

5. Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) buyurulur. Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının şartlarını oluşturur.

a. Beden sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (el-Bakara, 2/286) buyurulur.

b. Gerekli maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.

c. Yol emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanife'ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.

Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke'ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin bulunması vücûb şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler (el-Kâsânî, a.g.e., II, 121-125; el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II,194-199; eş-Şîrâzî, a.g.e., 196-198; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 25-32).
HACCIN SIHHATİNİN ŞARTLARI
Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:

1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.

2. Özel yerler: Arafat ve Kâbe.

3. Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.

4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.
 
HACCIN YALNIZ KADINLARLA İLGILI ÖZEL ŞARTLARI:
Kadınlarla ilgili iki şart vardır.

1. Hacda yol arkadaşının bulunması:

Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 290). "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 491) hadis-i şerifleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.

Mahrem hısım ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder gibi. Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici evlenme engeli doğurduğundan, eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz.

Şâfiî ve Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için yapılacak yolculuğa mahsustur. Hac yolculuğu böyledir. İhtiyârî yolculuklar icmâ' ile buna kıyas edilmez. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı bulunmadıkça yalnız kalmasın. Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk yapamaz." Bir adam kalktı.

"Ey Allah'ın elçisi, karım hac yolculuğuna çıktı. Ben ise falanca gazveye yazıldım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet" (Buhârî, Nikâh, III, Cihâd,140,181; Müslim, Hac, 424).

2. İddetli Olmaması

Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü yüce Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar" (et-Talâk, 65/1). Haccın başka bir vakitte edası mümkündür. İddet ise ancak özel bir vakitte sözkonusu olur (ez-Zühaylî, a.g.e, III, 36,37).

İslâm'da haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit edilmiştir.

1. Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.

2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî') farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibadeti ise ömür boyu ifa edilebilir.

3. Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır. Ancak köle onun izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel olamaz.

4. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hac engelidir.

5. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez.

6. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.

7. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasıdır. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar" denir. Ölüm veya malını 'verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen, hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabılir. Ancak bu durumda kurban kesmesi gerekir.

8. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife'ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabılir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır (el-Kâsânî, a.g.e, II, 130, İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 240; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 200):
 
HACCÜ'L-KIRAN, HACCÜ'L-İFRAD VE HACCÜT-TEMETTU NE DEMEKTIR?
Haccın üç çeşidi vardır.

1- Haccü'l-Kıran, hac ve umre niyetini getirerek her ikisini birlikte eda etmektir.

2- Haccü'l-İfrad, hacc niyetini getirip önce onun menasikini ifa etmektir. Bayram günlerinden sonra da umre menasiki eda edilir.

3- Temettü ise, önce umre niyetini getirip menasiki eda etmek. Bilahare Arafata çıkılacağı gün Mekke'de hacca niyet edip menasikini eda etmektir. Afaki yani mikat haricinden gelen kimse bunlardan istediğine niyet edebilir. Üçü de caizdir. Haccü'l-İfrad için kurban kesilmez. Temettü ve Kıran için kurban kesmek icab eder.
HÂCET NAMAZI
Herhangi bir ihtiyacı olan kişinin, bu ihtiyacının giderilmesini Allah'tan dilemeden önce kıldığı namaz. Kur'ân, "Sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin"(el-Bakara, 2/45) buyurur. Mü'minler; yalnız Allah'a kulluk etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemekle yükümlüdürler (el-Fâtiha, 1/4). Bu nedenle bir ihtiyaç içindeki insanın namaz ve dua ile Allah'a yönelmesinden, O'ndan yardım dilemesinden daha mâkul birşey olamaz. Hâcet namazı bu yöneliş ve dilemenin bir mukaddimesi niteliğindedir.

Mendûb olan hâcet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber'den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha'dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekâtta (ya da rekâtlarda) da Fâtiha'dan sonra birer defa İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri okunur.

Hâcet namazı bitince Allah'a hamd ve senâ, Rasûlullah'a salât ve selâmdan sonra bir hâcet duası okunması sünnettir. Çeşitli hâcet duaları vardır. Bunlardan birisi, "Allah'ım, senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tövbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, korku ehlinin ibâdetini, ilim ehlinin irfânını isterim ki, senden gereği gibi korkayım. Allah'ım, senden öyle bir korku isterim ki, o beni sana isyandan menetsin; tâ ki, sana itâat ile öyle amel edeyim ki, onunla senin rızana ereyim; senden korkarak içtenlikle sana döneyim; sırf senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim; her işte sana güvenip sana dayanayım; sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah'ı tesbih ederim" anlamındaki "Allahümme innî es eluke tevfîka ehlil-hudâ ve amele ehli'l-yakîni ve munâsehete ehli't-tevbeti ve azme ehli-s-sabri ve cidde ehli'l-haşyeti ve talebi ehli'r-rağbeti ve teabbude ehli'l-vera'i ve irfâne ehli'l-ilmi hattâ ehâfek. Allahume innî es'eluke mehâfeten tahcizuni an masiyetike hatta a'mele bi ta'atike amelen estehikku bihi rıdâke ve hattâ unâsihake bi't-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlise leke'n-nasîhate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi'l-umûri ve husni zannin bike. Subhâne hâliki'n-nûr" duasıdır. Hâcet duası okunduktan sonra Allah'tan ihtiyacın giderilmesi yolunda dilekte bulunulur. Hâcet namazı mendubdur (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 112). Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivâyet edilen bir başka hâcet duası ise şöyledir: "Hiçbir ilâh yoktur (bütün putları ve tağutları reddederim). Yalnız ve yalnız halîm ve kerîm olan Allahü Teâlâ vardır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ'ya mahsustur. Allah'ım, senden rahmetinin işlerini, mağfiretinin hasletlerini ve her iyiliğinin ihsânını taleb ederim. Her günahtan da selâmetimi, kurtuluşumu istirham ederim. Bağışlanmamış bir günah ve giderilmemiş bir kederi benden bırakma. Bir de kendisinde senin rızan olan bir işi yerine getirilmemiş bırakma, ey merhamet edenlerin merhametlisi..." (Tirmizî, Sünen, Hadis No: 479). Mâlum olduğu üzere günümüzde mü'minlerin en büyük hâceti; İslâm ahkâmının yeryüzünde galip gelmesidir.
HACİZ, HACZ
Ayırmak, bölmek; Islâm hukukuna göre, borçlunun malına hâkim kararı ile el koymak.

Fıtratının gereği olarak yaptığı işlerde iradesine göre hareket etme serbestisinde bulunan insan bu serbestisini aklî yetenekleri var olduğu sürece devam ettirir. Ancak akıl ve şuur ile ilgili bir kısım noksanlıklarında şahsın adına faaliyette bulunması hem kendine hem de ilgili bulunan bir başkasına zararı olacağı nedenle Islâm hukuku bu şahsı "hacr" altına alır.

Hacr, lügatta engel olmak demektir. Islâm hukukunda hacr, bir kimseyi sözle olan tasarruflarından alıkoymaktır. Hukukî ifadeyle "bir muayyen şahsı tasarruf-ı kavlîsinden men etmektir ki, o şahsa bu hacr'den sonra "mahcur" denir. Tasarruf-ı kavlîden men, o tasarrufu hükümsüz, gayrı sâbit ve gayr-ı nâfiz addetmektir (Mecelle, mad, 942). Bir şahsın "hacr" altına alınması için çocukluk, cinnet hâli, bunama hâli ve kölelik gibi gerekli sebepler olmalıdır. Bu grup insanlar, hâkimin kararına gerek olmaksızın aslında hacr altında kabul edilir ve kendiliklerinden yaptıkları muâmeleler hükümsüz sayılır. Hâkim kararı ile hacr altına alınanlar ise: a) Borçlu olanlar; b) belâhet (ahmaklık, düşüncesızlık, ne yaptığını iyi bilmemek); c) sefâhet (zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük, akılsızlık edip lüzumsuz yere sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek); d) amme zararına çalışma (câhil olan tabîbin tedavide bulunması, insanlara müctehidlerin ictihadlarına aykırı birtakım bâtıl hileleri öğreten, bilmediği halde fetvâ vermeye kalkışan "müftî-i macın" ve kendisinin muntazam nakil vasıtaları ve parası olmadığı halde yolcuların naklını deruhte eden ve nakil zamanı ortadan kaybolarak yolcuları aldatan "Mükarı-i müflis" gibi kimseler) gibi haller, bu icraatta bulunan şahısları hâkimin kararı ile hacr altına almayı gerekli kılan sebeplerdir.

Borçlanmanın, hacrin sebebi olduğu Islâm hukukunda belirtilmiş olmakla birlikte borçluya genişlik verilmesi ve ödemek kastıyla borçlanana Allah'ın yardım edeceği hususunda Allah ve Rasûlü şöyle buyurmaktadır:

"Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280, 282,, 283. Ayrıca bk. en-Nisâ, 4/11,12, et-Tevbe, 9/60, 88, et-Tur, 52/40, el-Vâkıa, 56/66, el-Kalem, 68/46).

Hz. Peygamber (s.a.s) "Her kim halkın malınıödemek niyetiyle (istikraz eder veya bir muâmele sebebiyle) alırsa, Allah o kimseye (dünyada) edâsını müyesser kılar. Her kim de halkın malınıitlaf etmek kastıyla alırsa, Allah (onun malını) telef ettirir" (Nesai, Buyû, 99) buyurmaktadır.

Hz. Âişe bir kere borç almış da kendisine "Ey Ümmü'l-Mü'minîn. Ne cesaretle borçlanıyorsun? ödeyecek malın yoktur," denilmiş. Hz. Âişe de:

"Ben her zaman Rasûlullah'ın; "Borcunu ödemek niyetinde bulunan her kula Allah yardım eder" buyurduğunu işittim. Ben de Allah'ın bu yardımını dilerim, demiştir (Sahih-i Buhârî, Tecrid-i Sarîh Tercümesi Hadis no: 1074).

Hacr altına alınan borçlunun malına el konulması demek olan "hacz" hususunda müctehidler şu görüşleri ile sürerler:

Genel olarak, borçlunun yaptığı tasarruflar, alacaklılarına tesir etmektedir. Mesela borçlu arsasını satıp mülkiyetinden çıkarınca alacaklının bu arsa üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunması mümkün olamaz... Bunun aksine borçlu, bir mülk edindiği zaman alacaklının, alacağı nisbetinde bu mülk üzerinde de tasarruf hakkı doğar. Borçlunun, ölümle neticelenen son hastalığı döneminde yaptığı teberru cinsinden tasarrufu vasiyyet hükmüne girmektedir. Bu durumda vasiyyet, borçların ödenmesinden sonra kalan malın üzerinde geçerli olmaktadır. Dolayısıyla teberru cinsinden yapılan tasarruf, alacaklının alacağını almasına engel teşkil etmez, yani teberrunun borç karşılığı olan kısmı geçersiz sayılır. Ancak sağlıklı döneminde yaptığı tasarruflar borçluyu iflâs durumuna getirmedikçe ve alacaklıyı zarara uğratmadığı ölçüde geçerli olur.

Imam Ebû Hanife'ye göre borçlunun mal varlığı borcundan daha az olsa ve alacaklıları da borçlunun hacrini (sözlü tasarruflarını) talep etseler, borçlu hacredilmez. Ancak, alacaklıları borçlunun hapsedilmesini talep ederse, malınısatıp borcunu ödemesi için borçlu hapsedilir. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre ise, iflâs hâlindeki borçlunun, alacaklıların isteği ile hacredilmesi câizdir (Mecelle mad, 998). Diğer bir görüşe göre ise borçlu iflâs hâlinde olmasa bile, imkânı olduğu halde borcunu ödemekten kaçınması hâlinde borçlu hacredilebilir. Mecelle, sözkonusu maddede bu görüşü kanunlaştırmıştır. Borçlunun hapsedilmesi ya da hacredilmesi şâhitlerle ispat ve ilân edilir (Mecelle mad, 961). Netice olarak borçlunun varsa mevcut parası, kâfî gelmezse ticaret malları, o da yetmezse diğer akarı borcuna karşı haczedilir, satılıp borcu ödenir. Ancak mesken, giyim gibi borçlu için kâfi miktarda, lüks olmamak şartıyla, zarûrî ihtiyaçların haczine gidilmez (Mecelle mad. 998-999).

Hacr müddetince borçluya ve bakmakla görevli olduğu şahıslara kendi malından, yeme içme hakkı ve imkânı verilir. Hacr hâli borçlunun hacredildiği andaki mülkiyeti üzerinde geçerlidir.

Mâlikiler de borçlunun hacri hususunda Hanefiler gibi düşünürler. Iflasına hükmedildiği zaman borçlunun mevcut malları, hâkim tarafından, borçlunun huzurunda imkân nisbetinde en yüksek fiyatla satılır; elde edilen bedel, alacaklılara hisseleri oranında paylaştırılır. Bu işlemin sonunda borçlu hacr hâlinden kurtulur. Bu halden sonra borçlunun miras, hibe, vasiyyet yoluyla elde ettiği yeni mallar üzerinde eski hacr kararı geçerli olmaz. Gerekirse yeniden dava açmak icap eder. Borçlu borcunu ödemek için çalışmaya zorlanmaz; iş ve zanaatı ile ilgili aletleri, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakası ve elbiseleri haczedilerek satılamaz.

Bütün mezhepler hacrin, ancak vadesi gelmiş borçların mal varlığını aşması, alacaklıların hacri talep etmeleri, hacre hâkimin hükmüyle karar verilmesini, bu hükme şâhid tutulması ve verilen hükmün ilân edilmesi gereğinde ittifak hâlindedirler.

Ebû Hanife'ye göre borçlu hayatta kaldığı sürece borcundan ve iflâsından dolayı onu hacretmek ve mallarını haczederek cebren satmak câiz değildir. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed aksi görüştedirler. Diğer bir ictihad da Hanefî mezhebi tüKerimek durumunda olan malı borcundan çok olan borçlunun hacrini câiz görürken; bir başka ictihadda da malı borcuna yetmediği zaman borçlunun hacrini câiz görür.

Malıkî hukukçular, ikinci bir görüşte yalnız ödeme tarihi gelmiş borç, malınıaştığında hacre gerekli gördüğü gibi, vadesi gelmiş ve gelmemiş borçlar toplamı, mal varlığını aştığı zaman da borçlunun hacrini câiz görüyor. Ancak borçlu temerrütte bulunmazsa yani imkân nisbetinde borcunu ödemekten kaçınmazsa hacrine karar verilmez.

Şâfiî hukukçular borçlunun gideri gelirinden fazla olunca ve iflâs âlametleri belirince, malı, vadesi gelmiş borçlarını ödemeye yeterli olan borçlunun dahi hacredilmesini câiz görüyor. Aynı mezhebe göre borçlu, hâkime başvurarak kendini hacrettirebilir.

Bütün mezhebler hacr altına alınan borçlunun mallarının satılacağı; bozulması ve değişmesi muhtemel olanların hemen satılacağı, diğerlerinin en yüksek fiyatla satılması hükmünde ittifak hâlindedirler. Hanefî ve Mâlikîlere göre hacr, yalnızca hacre hükmedildiği zaman mevcut bulunan malları kapsadığı halde, Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre, yeni bir hacr kararı alınmaksızın, sonradan edinilen mallarda da eski alınan hacr kararı uygulanabilir. Ebû Hanife, mahcurun mallarının zorla satışını câiz görmez; onu satıp borcunu ödemeye zorlamak maksadıyla hapsedilmesini câiz görür. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed ise hem zorla satışı (haczi) hem de hapsi câiz görürler.

Hacr altına alınan borçlunun zanaat ve iş aletleri ve nafakası için gerekenler satılmaz. Bu hususta bütün Islâm hukukçuları görüş birliğindedirler. Mâlikî ve Şâfiîlere göre oturduğu ev satılır. Hanefî ve Hanbelilere göre satılmaz. Üç mezhebe göre malları haczedilerek satılan borçlunun, diğer borçların ödenmesi için çalışmaya zorlanmaz. Hanbelilere göre ise çalışmaya zorlanır.

Alacaklılar haczedilip satılan malların bedellerinden alacakları nisbetinde mal alırlar. Sonradan ortaya çıkan alacaklı, alacaklılara başvurarak onlardan hakkını alır. Bir alacaklı, sattığı malı, vasfı değişmemiş olduğu halde borçlunun elinde mevcut olursa; ya satış akdini feshederek malının aynısını alır, ya da diğer alacaklılar arasına katılarak alacağı nisbetinde hakkını alır.

Mâlikîlere göre borçlunun, vadesi gelmemiş borçları, hacr sebebiyle vadesi gelmiş borç sayılır. Diğer üç mezheb bunun aksini savunur. Bu duruma göre vadesi gelmemiş alacak sahipleri, haczedilip satılan malın bedelinden birşey alamazlar. Hanefîler bir alacaklının, mahcur borçlu yanında malınıdeğişmemiş ve üzerinde başkasının hakkısâbit olmamış malıntn aynısını bulması hâlinde satış akdini feshederek bu malı alma hakkına sahip olduğunu kabul etmez. Ancak satılan mal, henüz satıcının yanında bulunuyor ise bu takdirde bedeli ödeninceye kadar malı kendi yanında hapsedebilir. Dört mezhebe göre borçluyu, iflâs etmese de borcunu ödemeye zorlamak maksadıyla hapsettirmek caizdir.
 
HAD, HADLER
Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer'î ceza. Çoğulu hudûd gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; Islâmî ölçüler, Islâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.

Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resûlünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir.

Islâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef'al-i mükellefi) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.

Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve Hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. Işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'â ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14). Burada Allah'ın emirleri "O'nun sınırları' olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.

"Allah'ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va'dedilen mutlu kişilerdir. Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır (et-Tevbe, 9/111). "(Bu alışverişi yapanlar), tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, rükü' eden, secde eden, iyıliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü'minleri müjdele" (et-Tevbe, 9/ 112).

Allah'ın yasak sınırları, şüphesiz O'nun haram kıldığı işlerdir. Allah'ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır (bkz. en-Necm, 53/32; el-Kehf, 18/49).

Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur. Doğruya en yakın olanının 125 olduğunu ifade eden A. Ziyaeddin Gümüşhânevî (v. 1311/ 1893) kitabında bunları tek tek açıklamıştır (bkz. Gafillerin Kurtuluş yolu. Terc. Ali Kemal Saran, Ikbal Yayınları, Ankara, (Tarihsiz).

Hadis-i Şerifte Allah'ın haram kıldığı şeyler "Allah'ın korusu" olarak nitelendirilmiştir: "Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Ikisinin arasında çok kimselerin bilemeyecekleri (birtakım) şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını kurtarmış olur. Kim şüpheli şeylere dolarsa, korunun etrafında (sürüsünü) otlatan çoban gibi, çok sürmez içine düşer. Haberdar olun!. Her hükümdârın bir korusu vardır. Dikkat edin Allah'ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun! Cesed içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozuk olursa bütün cesed bozuk olur. Biliniz ki o, (et parçası) kalbdir" (Riyazüssalihîn, 419, 420, M. Emre terc.).

Islâm ceza hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslam'ın tayın ettiği cezalar" dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe).

Islâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslam'ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkıolduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tayın edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.).

Içki içme cezası dışındaki hadler Kur'an'la, içki içme cezası ise Sünnetle sabittir.
 
HADİS USÜLÜ ISTILAHINDA VASİYET
Hadis usûlü ilminde Vasiyet, hadis tahammül yollarından birisidir. Sefere çıkacak veya ölmek üzere bir şeyh (hadis bilgini) in, rivayet etmekte olduğu bir kitabı bir şahsa Vasiyet ederek bırakması demektir. Bu ilimde, vasîyette bulunan şeyhe, mûsî, kendisine kitap bırakılan öğrenciye mûsa leh denilir.

Vesayet yoluyla hadis tahammülünün caiz olup olmadığı bu sahanın bilginleri arasında tartışmalıdır. Içlerinde Nevevî'nin de bulunduğu bir gruba göre caiz değil, bir başka gruba göre caizdir. Caiz görenler de bu yolu hadis tahammül şekillerinin en alt seviyesi olarak kabul etmişlerdir. Vasiyet yoluyla tahammülü kabul edenler, şeyhi bu vasiyetiyle öğrencisine muayyen bir şey vermiş, ve onun kendi rivayetlerinden birisi olduğunu kabul etmiş gibi telakki ederler. Vasiyet edilen bir kimsenin rivayet sırasında vasiyet edenin sözlerini fazla veya eksik olmadan aynen aktarması gerekir (Suyutî, Tedrîbu'r-râvî fı Şerhi Takribi'n Nevevî, II, 59, 60; Tehanevî, a.g.e., II,1526; Yaşar Kandemir, Hadis Ilimleri ve Hadis Istılahları, trc. 79, 80).
HADLERİN UYGULANMASI KONUSUNDA BAZI HADİSLER:
"Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın. "

"Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: "Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!.." derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur" (et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27).

Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen Islâm Devletinde ve Devletin hakiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.

Suça ***üren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadır olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.

Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" " (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur. Islâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkıolabileceği şüpheşiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:

Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez.

Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken şahitlerden birisi şehadetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz.

Iki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehadette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz.

Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez (Geniş bilgi iç in bkz. Cevat Akşit, Islâm Ceza Hukuku ve Insanî Esasları, Ist. 1987, 2. bak.).
HAFAZA MELEKLERİ
İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hâfızîn, hâfız kelimesinin çoğuludur.

Gözetlemeye memur melekler insandan hiç ayrılmaksızın her an onu murakabe etmekte ve her hareketini yazmaktadırlar. Bütünüyle bu işin nasıl olduğunu da bilemediğimiz gibi keyfiyetini bilmekle de mükellef değiliz.

"Muhakkak sizin üzerinizde hafız (gözetleyici) melekler var. Kiram (değerli) kâtipler var. Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/ 10, 11, 12).

"Hafızın" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsîr edilmiştir. Âyette hafaza melekleri "kirâmen" değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır. Melekler Allah katında şerefli ve değerlidirler (Taberî, Tefsîr, XXX, 88). Bu suretle kalplerde o şerefli meleklerin yanında utanma ve toparlanma hissi uyarılmak istenmiştir. Zira insanoğlu yüksek mevkide bulunanların huzurunda söz, hareket ve davranış bakımından bir hata yapmamak hususunda son derece dikkatli ve itinalı hareket eder. "Kirâmen" vasfıyla anlatılan meleklerin her an ve her durumda kendilerini gözetlediğini bilen kimselerde huy ve davranışlarını dikkatle ve güzel bir şekilde yapmalarıdır.

Yaptığınız bütün işler melekler tarafından muhafaza edilmektedir.

"Yaptığınız bütün hileleri meleklerimiz kaydediyor" (Yûnus, 10/21).

"İnsanın arkasında ve önünde, Allah'ın emriyle onu koruyan ve yaptıklarınızı kaydeden melekler vardır" (er-Ra'd, 13/11).

Rasûlullah (s.a.s) hafaza meleklerinin vazifelerini anlattığı bir hadiste şöyle buyurur: "Bir müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: " Kulumun her gün ve gecede yaptığı iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın" (Dârimî, Rikâk, 56).

Gece melekleri ile gündüz melekleri sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Allah bu meleklere "kullarım ne yapıyorlar?" diye sorar. Melekler; "Onlara vardığımızda namaz kılıyorlardı, ayrıldığımızda da namaz kılıyorlardı" derler (Buhârî, Ezân, 31, Mevâkit, 16, Nesâî, Salât, 21).

İnsanın sağ ve sol omuzlarında bulunan hafaza melekleri insanın günah ve sevaplarını kaydederler. Bu melekler insandan cima, helâ ve gusül anında bu haller bitinceye kadar ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.s) "Sizden hela ve cima hali hariç ayrılmayan Kirâmen Kâtibin'e saygı gösterin. İçinizden biri banyo yaptığında bir bez parçası ile avret mahallini örtsün" Hz. Ali (r.a) da şöyle buyuru: "Avret mahalli açık olduğu melek kişiye yaklaşmaz" "Örtüsüz hamama girilince iki meleği kişiye lanet eder" (Kurtubî, el-Câ'm'î !i-Ahkâmi'l Kur'ân, XIX, 248).

Âlimler helâ ve cimâ halinde hafaza melekleri bulunmadığından dolayı, konuşmayı câiz görmemişlerdir.

Bazı âlimler kâfirlerin hafaza meleklerinin olmayacağını, çünkü onların durumunun belli olduğunu, amellerin yalnızca kötülük olduğunu, sağlarında bulunan meleklerin mü'min olmadıklarından hayır yapamayacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Mü'minler alemetlerinden tanınırlar" (er-Rahman, 55/41).

Ancak genel olarak İslâm âlimleri kâfirlerin de hafaza meleklerinin olduğunu kabul etmişlerdir. Allah Teâlâ: "Kitabı solundan verilene gelince..." (el-Hâkka, 69/25) "Kitabı arkasından verilene gelince..." (el-İnşikâk, 84/10) buyurmuştur. Bu âyetler kâfirlerin kitaplarında hafaza melekleri tarafından yazıldığını gösterir. Sağda bulunup hayır yazan melekler de kendisi bir şey yazmasa da solda bulunan meleğe kâfirlerin kötülüklerini yazarken şâhitlik yapar. (Kurtubî, a.g.e., XIX, 248).

Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Kulum bir günah işlemeye karar verirse onun cezasını yazmayın. Şayet o kötülüğü işlerse ona bir günah yazın. Bir iyilik yapmaya karar verirse yapmasa bile ona bir iyilik yazın. Yaparsa on iyilik yazın " der (Müslim, İmân, 203).

Bu kudsî hadiste bildirilen karar vermek duygularla ilgili bir özellik olduğu için bunu hafaza melekleri nasıl tespit ederler meselesi tartışılmıştır. Bu husus Şüfyan es-Sevrî'ye sorulunca şöyle cevaplandırmıştır: "Kul iyiliğe karar verince ondan bir misk kokusu yükselir. Kötülüğe karar verince de leş kokusu yükselir. Bunu melekler duyar ve yazarlar" (Kurtubî, a.g.e., XIX, 248). Nitekim âyet-i kerime de şöyle buyurulmuştur. "Hatırla ki (insanın) sağındo ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki melek vardır. İnsan bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında (hayır ve şerrini) görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır" (Kâf, 50/17, 18).

Hafaza melekleri, sağ ve sol tarafta bulunan melekler Allah katında değerli, şereflidir. Kul helâ, cimâ', banyo gibi avret mahallerinin açılmasına sebep olacak hallerde olunca bu melekler geçici olarak ayrılır.
HAKKU'L-MECRÂ( SU GEÇİRME HAKKI)
Su geçirme hakkı.

Sulanacak akarı, suyun geçtiği yerden uzak olan kimsenin, komşu akarlardan kendi akarına kadar suyu geçirme ve akıtma hakkı. Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak, boru veya künk döşeyerek sulama suyunun geçirilmesi irtifak haklarından birisidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) "insanlar üç şeyde ortaktırlar; su, ateş, ot" buyurmuştur (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 294). Suyun sahibi veya suyun geçirileceği arazının sahibi suyun kullanılmasını engellerse, gerekirse silah kullanarak sudan yararlanılır. Hz. Ömer (r.a.)'in uygulaması böyledir (Ebû Yûsuf, Kitâbü'l-Harac, s. 97; Mevsılî, İhtiyâr, III, 71).,

Eğer suyu geçirecek şahsın kendi arazisi ile su arasında kalan arazide hakkı varsa ortaklık hakkına dayanarak suyu geçirebilir. Şayet bir ortaklığı yok ise irtifak hakkı ile suyu araziden geçirir, arazi sahibi veya komşu arazi sahipleri bunu engelleyemez.

Dahhâk b. Halîfe, el-Ureyz mevkiinden bir kaynak suyu çıkartır. Suyunu Muhammed b. Mesleme'nin arazisinden geçirerek kendi arazisini sulamak ister: Muhammad b. Mesleme izin vermeyince Hz. Ömer (r.a.)'a başvururlar. Hz. Ömer Muhammed b. Mesleme'ye kendisi için de yararlı olacak olan bu suyun kullanılmasına niçin izin vermediğini sorar. Muhammed b. Mesleme yemin ederek bu suyun geçmesine izin vermeyeceğini söyleyince; Ömer şöyle der: "Yemin ederim ki, karnının üzerinden geçmesi gerekse bile o suyu oradan geçiririm" (Mâlik b. Enes, Muvatta', II, 218). Suyun geçtiği yol (mecrâ) birkaç kişi arasında ortak ise bunlardan birisi, diğerlerinin sulamasını engelleyecek şekilde suyu kapatamaz. Ancak nöbetleşe su kullanılsa kendi nöbetinde suyun mecrâsını tamamen tarlasına çevirebilir. Ortak mecrâ hakkında, ortaklardan birisinin arazisini sulaması için mecranın önünü kapatıp su biriktirmesi gerekiyor ise ihtiyacım görecek, diğerlerine zarar vermeyecek şekilde suyun önünü kapatabilir.

Bütün irtifak haklarının kullanımında olduğu gibi burada da şart, suyun üzerinden geçtiği hâdım akara önemli zarar vermemektir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku" III, 128)

Mecrâların bakım ve temizliğini devlet veya hususî şahıslar üstelenecektir. Bu cihetten mecrâlar üçe ayrılır:

a) Bakım ve temizlik masrafı devlete âit olan mecrâlar; Fırat, Dicle gibi büyük nehirler.

b) Masrafı hususî şahıslara âit olup bakımı ihmal edildiğinde devletin zorlama hakkı olan mecrâlar. Belirli beldedeki insanların istifade ettiği akarsu ve ırmak kolları. Bunların ıslahı, temizlenmesi faydalanan kimselere âittir.

c) Masrafı hususî şahıslara âit olup ihmal edilme durumunda cebir bahis mevzûu olmayan mecrâlar. Nehr-i hass denilen hususi akarsular. Bu sular on kişiye, kırk kişiye veya bir köye âit sular diye tarif edilir. Ancak hangi suyun hususî akarsu sayılebileceği hâkimin kararına bağlıdır (Ali Haydar, Duraru'l-hukkâm fi Şerh-i Meceletti'l-Ahkâm, III, 499, 1224. maddenin şerhi).
 
HAKKU'L-MESÎL(BAŞKASINA AİT ARSA)
Başkasına âit arsa, bahçe veya araziden, kullanılmış veya ihtiyaç fazlâsı suyun geçeceği kanal veya kanalızasyon geçirme hakkı. Bir kimsenin ev, bahçe veya arazisindeki ihtiyaç fazlası saçak, tuvalet ve benzeri yerlerin temiz veya pis sularını, ev veya fabrikasının sıvı artıklarını kendi mülkü dışına akıtma hakkı vardır. Bu sıvıların en kolay geçebileceği komşu gayr-i menkul sahipleri buna katlanmak zorundadır. Artık sulan geçirme, ya toprak zeminine açılacak kanalla, ya dâ toprak altına döşenecek boru, kanalızasyon gibi altyapı tesisleriyle olur. Bu, bir gayr-i menkul lehine, diğer gayr-i menkul aleyhine bir irtifak hakkıdır.

Su geçirme hakkı (hakku'l-mecrâ) ile bunun arasındaki fark şudur: Birincisi, içme, kullanma veya araziyi sulamaya elverişli suyu bir boru veya kanalla başkasının gayri menkulûnden geçirmeyi; mesîl hakkı ise kullanılmış suları ve pis sıvı artıkları, başkasının mülkünden geçirip dışarı akıtmayı ifade eder. Kanalızasyon, bazan yararlanana âit özel mülk olur, bazan içinden geçtiği komşu arazi sahibine âit bulunur, bazan da umuma âit olabilir. Kanalızasyon geçirme hakkı sâbit olunca, açık bir zarar söz konusu bulunmadıkça komşu gayr-i menkul sahibi bunu engelleyemez. Bu hak, gayr-i menkulün tarım arazisi iken, ev veya fabrika arazisine dönüşmesi gibi yollarla niteliği değişse bile devam eder.Mesîl hakkı eskiden beri geliyorsa, umûmî veya husûsî maslahata zarar vermedikçe eski hâli üzere kalır. Başkasına zarar veriyorsa bu zarar kaldırılır. Zararın eskiden beri gelmesi sonucu etkilemez. Çünkü zarar kadîm olmaz.

Kanalızasyonun tamir masrafları, yararl****** mülkü olsun veya üçüncü bir şahsın mülkü bulunsun yararlanana âittir. Ancak, umûma âit yerlerdeki kanalızasyonların onarım masrafları devlete âittir (ez-Zühaylî, 'el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, IV, 65, V, 606, 607; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılım, 1981, s. 46, 47).

Mecelle de mesîl hakkı şöyle düzenlenmiştir:: "Birinin arsasından, diğer kimsenin kanal veya su yolu normal olarak akarken, arsa sahibi bundan sonra akıtmam diye alıkoyamaz. Bunlar onarıma muhtaç olduğunda mümkünse sahibi kanala girerek bunları onarır. Fakat o arsaya girmedikçe onarımları mümkün olmadığı taktirde, sahibi arsasına girmeye izin vermezse, hâkim tarafından kendisine; ya arsana girmek üzere izin ver veya kendin onar, diye mecbur edilir" (madde, 1228). "Bir evde, normal olarak akan bir pis su borusu dolup yahut yarılıp da ev sahibine fâhiş zararı olsa pis su borusunun sahibi bu zararı ödemeye zorlanır" (madde, 1233, bkz. madde, 1229-1232).
 
HAKKU'L-MÜRÛR(GEÇİŞ HAKKI)
Geçiş hakkı.

Mürûr, merre fiilinin mastarı olup, geçmek, gitmek ve uğramak demektir. Mürûr hakkı, bir kimsenin kendi ev, arsa, bahçe ve arazi gibi gayr-i menkulüne ulaşabilmek için, başkasına âit bir gayri menkuldeki yoldan geçiş hakkını ifade eder. Bu yol, ya umûmî, ya da kendisine veya üçüncü şahsa âit özel bir yol olabilir. Geçiş hakkı, irtifak haklarından olup, bir gayr-i menkul lehine başkasına âit bir gayr-i menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır (bk. Hakku'l-İrtifâk)."

Geçiş hakkının esası İslâm hukukçularınca şöyle açıklanır: Bir kimse ölü (mevât) bir araziyi ihyâ etse, daha sonra başkaları bu arazının dört yanını ihyâ ettiği için, geçiş yolu kalmasa, en son ihyâ edilen arazının geçiş hakkı tanıması kesinleşir. Çünkü ortada kalan arazının giriş-çıkış yolunu en son kapatan bu arazidir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, . V, 303; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s. 46).

Geçiş hakkı, yolun umûmî veya husûsî oluşuna göre bazı özellikler arzeder.

a) Umûmî yollar: Herkesin bu yollardan yararlanma hakkı vardır. Bu, geçiş olabileceği gibi, yola karşı pencere veya çıkmaz aralık açma, balkon ve benzeri çıkıntılar yapma şeklinde de olabilir. Ayrıca yolun kenarına otomobil, traktör vb. araçlar konulabilir. Yararlanma iki durumda sınırlanabilir: Birincisi, başkalarına zarar vermek. Çünkü hadiste, "zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur" buyurulur. İkincisi de yetkili makamların iznidir. Yoldan geçenler veya yararl******r, geçişi engellemek gibi başkalarına zarar verirlerse men olunurlar. Yoldan yararl****** fiilinde bir zarar yoksa, Ebû Hanife'ye göre hâkimin izniyle intifa câiz olur. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise izin şart değildir. Şâfiîlere göre de bu durumda yetkililerden izin şartı aranmaz. Çünkü hadiste; "Mübah bir şeyi başkalarından önce kullanan kimse, onda daha fazla hak sahibidir" (Ebu Dâvûd, İmâre. 36) buyurulur. Şâfiî'ye göre, yol kenarlarına yoldan geçenlere zarar verecek şeyler yapılamaz. Çünkü hak bütün müslümanlara âittir. Mâlikîler umûmî yola tecavüz eden yapı, eklenti vb. şeylerin engellenmesi gerektiğini söylerler (İbnü'l-Hümâm, Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII, 330 vd.; Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Emîriyye, VI, 142 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e, V, 3I9 vb.).

b) Husûsî yollar: Başkasının arsa, bahçe veya arazisinden geçirilen özel yoldan, yalnız, geçiş hakkı sahibi, onun aile fertleri veya ortakları yararlanabilir. Bunlardan başkası, özel yola doğru, izinsiz olarak kapı veya pencere açamaz. Umûmî yolda trafik çok sıkıştığı zaman, herkesin husûsî yollardan da yararlanma hakkı doğar. Hak sahipleri, toplumun bu hakkına saygı göstererek, husûsî yolu kapatma veya kaldırma cihetine gidemezler. Geçiş hakkı sahiplerinden hiçbirisi, diğer hak sahiplerinin izni olmadıkça, özel yol tarafına; oda, balkon, oluk vb. şeyler yapmak gibi, örfe uygun kullanım dışı irtifak hakkı kuramaz (İbnü'l-Hümâm, a.g.e, VIII, 330 vd.; Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, V, 607, 608; Mecelle, madde, 1224-1227).
 
HALİFE NASIL SEÇİLİR?
İslam'da halifenin seçilişi üç yoldan birisiyle meydana gelir.

1- Müslüman, mükellef, adil –yani büyük günahlardan sakınıp, küçük günahlarda ısrar etmeyen- ve kendisini şüphelerden koruyan ve şahsi menfaatını ön planda tutmayan, bilgili, şahsiyetli ve müslüman halkın ileri gelenlerinden birini müslümanların tayin etmesi. Hazreti Ebubekir al-Sıddık'ın halife olarak seçilişi bu yolla olmuştur.

2- Adil halifenin henüz vefat etmeden önce adil ve bu işe layık olan bir kimseyi tayin etmesi Hz. Ebubekir al-Sıddık hz. Ömer'i (ra) bu yolla tayin etmiştir. Hz. Ebubekir vefat etmeden evvel şöyle buyurdu: ben Ömer bin Hattab'ı size amir olarak tayin ettim. İyilik eder ve adelete bağlı kalırsa zaten benim bilgim ve görüşüm de hakkında budur. Zulüm eder ve durumu değiştirirse ben gaybı bilmem. Ben istedim. Herkes ne kazanırsa kendisine aittir. Durum öyle olmakla beraber ehli hal ve akdin muvafakatıda şarttır. Bunların muvafakatı olmazsa o hilafet hilafet değildir.

3- Hilafetin şartlarına haiz bir kimsenin zor kullanmak suretiyle kendini seçtirmesi (Nihayetü'l-Muhtac).
HALİFENİN BELİRLENMESİ
Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk Islâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur.

Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)'ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır. Bu tartışmalar, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi vasiyet ettiği iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, Islâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.

Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî, Vesaya, 2; Ibn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-Imame ve's-Siyâse, I, 6).

Sahabiler söz birliği halinde böyle bir tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü öyle birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin dışına çıkıp önceleri Ensar'ın, Sa'd b. Ubâde'yi seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliğinde karar kılmaları mümkün olmazdı. Böyle bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz. Peygamber'in emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bu ise imkansızdır.

Imamın özelliklerinin en çok Hz. Ali'de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir ihtimalle Hz. Peygamber'in Hz. Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz. Peygamber'in pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir husustur. Bu tür hadislerin hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu tür hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine alacak şekilde genişletmek doğru olmaz. Hadislerin maksatlarına ters düşer (Müslimin Fedâilu's-Sahâbe 31'de zikrettiği ve Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye "Sen bana Harun'un Musa ya yakınlığı kadar yakınsın" hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına gelemeyeceğine dair açıklamalar için bk. Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268; Tecrid-i Sarıh Tercümesi, IX, 363).
 
HALVET VE MAHREMLİK
Bir erkeğin, yabancı ve hür bir kadınla, bir evde başbaşa kalmaları, harama yakın mekruhtur. (Bazı fıkıh kitaplarında ise "Haramdır" denilir. Bak. Ibn Nüceym, el-esbah ve'n-Nezâir (Hamevi şerhi ile birlikte) M. Âmire; N/lll.) Ancak bulundukları odaların araları kesikse ve herbirinin ayrı ayrı kilidi varsa; ya da kilidi yoksa da aralarında duvar ve perde gibi bir engel olup, erkek de güvenilir birisi ise veya kadının yanında bir mahremi, ya da cinsel ilişkide bulunamayacak, ancak saldırıyı önleyebilecek derecede yaşlı bir kadın varsa, veya erkek o derece (yaşlı kadın gibi) yaşlı ise veya yanında bulunduğu kadın borçlu olup, erkek onu takip için orada bulunuyorsa, halvet haram değildir.(Alâuddin Abidin, el-Hadıyy·e'l-Alâiyye, (1984) s. 243-44; Resülullah: ‚Biriniz, mahremi olmayaan bir kadınla başbaşa kalmasın" , "Bir erkekle bir kadın başbaşa kaldıklarında, üçüncüleri mutlaka şeytan dır." buyurmuştur. (Buhârî, Nikah, 111-ll2; Müslim, Hac 424; Tirmizi, Radâ', 16)) Erkeğin, mahremi olan kadınla halvette bulunmasında ise, şehvetten emin olunması halinde mahzur yoktur. Ancak süt kız kardeş, genç kayınvalide ve eşinin başka kocadan olan kızı gibiler bunlardan istisna edilmiştir. (Alâuddîn - Abidin, age. 244.) Erkek, yabancı kadınlarla, birden çok olsalar da bir arada bulunamaz. (Kadızâde Efendi, Netâicü'l-Efkâr, N/122.) Bu yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi bir mahremi bulunmayan kadınlara, ev gibi bir yerde imam olup namaz kıldırması, mekruh görülmüştür. Ancak bunun camide olması halinde mekruhluk ortadan kalkar. (Serahsî, age N/166.) Serahsî'nin bu ifadesine dayanarak bazıları; bir erkekle bir kadının halveti, yabancı da olsa, bir başka erkeğin bulunmasıyla önlenmiş olur, ancak mahremi ve güvenilir bir yaşlı kadın dışındaki yabancı kadınlarla ortadan kalkmaz ve erkeğin birden çok yabancı kadınla başbaşa kalması da, harama yakın mekruh olur demişlerdir. (Bak. Ibn Abidin, age. VI/368-69; Hamid Mirzâ Fergâni, el-Fethur-Rahmanî, Kahire 1396, N/212.)
 
HAMELE-İ ARŞ (ARŞI TAŞIYAN MELEKLER)
Arşı taşıyan melekler. Allahu Teâlâ'nın Arş'ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. "Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17). Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler.

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır" (Ebû Dâvûd Sünne,18): Abdullah b. Amr "Arş'ı taşıyan melekler sekiz tanedir" der. Sa'id b. Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir. Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı Kerûbiyyûn melekleri denilir. İbn Abbâstan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, VIII, 239).

"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O'na inanırlar ve mü'minlerin bağışlanmasını isterler. Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü'min, 40/7). Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş'ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri'nin Allah'ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir" der. Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir (İbn Kesîr, a.g.e. VII, 120).

Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla'nın ilmine havale eder. Sa'lebî'nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.

"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur" (Kurtubî, el-Cami'u fî-Ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 266).

İbn Sina " Melâike" risalesinde Arş'taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü'minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş'ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir. Allah'ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler. İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der (bk. Tecrîd-î Sarîh tercemesi, IX, 7).
 
HÂMİLELİK ÇİLLERİ VE ESTETİK AMELİYAT
Estetik ameliyat yaptırmanın caiz olmadıgını öğrendik. Doğumdan sonra yüzümde benekler ve lekeler oluştu. Aslında bir rahatsızlık veriyor değiller, ama estetik ameliyata benzer diye endişe ettiğim için ilaç kullanamıyorum. IIaç kullanmamızın Şer'an bir mahzuru var mıdır?

Insanın normal yaratılışını beğenmeyip estetik ameliyatlarla burnunu, dişini, göğsünü vb. değiştirmesi, sizin de dediğiniz gibi haramdır ve sıhhi bir gerekçe yokken bûnu yapanlar lânetlenmiştir. Bunu daha önce uzunca yazmaya çalıştık.Ancak Islâm, fıtratı bozmaya karşı çıktığı kadar, bozulan fıtratı tedaviyi ve estetiğin korunmasını da teşvik etmiştir. Hamilelik çilleri de aslî görünümü bozan, yani fıtrata halel getiren türden bir olgudur.Bu yüzden giderilmesi ve tedavisinin yapılması daha evlâdır. Dolayısı ile bunu estetik ameliyatla bir tutmak doğru değildir.

Ümmü Seleme annemiz diyor ki: "'Lohusa olan kadınlar Rasûlüllah zamanında kırk gün otururlardı (ibâdet etmezlerdi). Biz o dönemimizde yüzümüzde oluşan lekeler için vers kürü uyguluyorduk." (vers turuncu bir ot olup yanakları kızartmak için kullanılırdı).(Ebû Dâvûd, tahâret 121) Demek ki, sizin sorununuz "asr-ı saâdet"te de söz konusu olmuş, hal çâresi aranmış ve Rasûlüllah Efendimiz buna karşı çıkmamıştır.
 
HÂMİLENİN NAMAZI
Hamile bir kadına, namaz kılacak kadar süre ayakta durmasının sakıncalı olduğu söylenirse, namazlarını oturarak kılabilir mi?

Adil, yani dinin asgari farzlarını yapan ve büyük günahlardan sakınan uzman bir doktor, namaz kılarken ayakta durmasının sakıncalı olduğunu söylemişse, bu durumdaki bir hâmile namazlarını oturarak kılabilir.
HANBELİLERE GÖRE AVRET
1- Namazda:Bu konuda Hanbeliler, Malikilerle aynı görüştedirler. Ancak kadının namaz içerisindeki avretinden sadece yüzü istisna ederler. Namazda kendi kasdı olmaksızın açılan avret az ise, namaza mani olmaz; çok ise, zamanın uzaması halinde namazı bozar.

2- Namaz dışında: Kadının mahremlerine karşı avreti yüz, boyun, baş, eller, ayaklar, ve bacaklardan başka, bütün vücududur. Yabancı erkeklere göre ise, elleri ve yüzleri dahil bütün bedenidir. (Sâbânî, a.ge., N/156.) Müslüman kadınlarla kâfir kadınlar arasında, avreti gösterme bakımından fark yoktur. Dolayısıyla kadın, kâfir kadına bile göbek ve diz kapağı arası hâricini gösterebilir. Erkeğin avreti konusunda Hanbelî mezhebinde uygun görüş, Hanefilerde olduğu gibi göbekle diz kapağı arasının avret oluşudur. Mezhepte erkeğin avretinin ön ve arka uzuvlardan ibâret olduğu görüşü de vardır. (Ibn Kudame el-Mugnî, I/578, Kahire (Tarihsiz).) Bedenden ayrılan avret bir uzuv, avret olma niteliğini kaybeder.

7 yaşın altındaki çocuklar için avret yoktur. 7-9 arası erkek çocuğun avreti, namaz içinde de namaz dışında da, sadece ön ve arka uzuvlardır. Kız çocuğun namazda ve namaz dışında mahremlerine karşı avreti, göbekle diz kapağı arası, yabancı erkeklere karşı baş, boynu, dirseklere kadar eller, bacak ve ayakları dışındaki bütün bedenidir.
 
HANEFİLERE GÖRE AVRET
1- Namazda: Erkeğin namazdaki avreti, namaz dışındaki olduğu gibi, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı avrettir, göbek ise avret değildir. Câriyenin avreti ayrıca karnıni ve sırtını da kapatmak üzere, erkeğinki gibidir. Hür kadının avreti ise, yüzü, ellerinin içleri, ayaklarının ise üstleri hariç, bütün bedenidir. Hatta kulağı hizasindan aşağıya sarkan saçlarının açılması, bazılarına göre namaza mâni değilse de, sahih olan görüşe göre avrettir. Avret olmadığını söyleyenlere göre de, mahremi olmayanın saçına bakması haramdır. Bu haramlık avret oluşundan değil saçın fitneye sebep olabileceğinden ötürüdür. (Ibrahim el-Halebî, Gunyetü'l-mümteli fi serhi Münyeti'l-musallî, s. 212.) Namazda iken kaba avretin -ki, ön ve arka uzuvlar ve etraflarıdır- ya da hafif avretin -ki, avretin geri kalan kısmıdır- dörtte biri, kendi fiili ile olmasa bile, bir kürün edâ edebilecek kadar açık kalırsa" namazı fâsit olur. Kerhî ise, galiz avretten bir dirhem mikdarının, hafif avretten ise, dörtte birinin açılmasının namaza mâni olacağını söyler. (Halebî, age., s. 2l3.) Ama bu kadarı, ya da daha azı kendi fiili ile açılırsa, açılma süresi bir rükün edâ edecek zamandan kısa bile olsa, namazı hemen fâsid olur. Ancak uzvun dörtte biri namaza girmeden önce açıksa bu, namaza başlamaya mânidir. Avretin kişinin kendi nefsine karşı da örtülmesi şart değildir. Mekruh olmakla birlikte, elbisesinin yakasından avretini görmesi, namazını iptal etmez. Bu durumda namazı fâsid olur diyenler de vardır. (Halebî, age. s. 209-210.)
BİR KİMSE HANIMINI BOŞARSA KÜÇÜK ÇOCUKLARI KIME BIRAKILACAKTIR?
Boşanmak suretiyle birbirinden ayrılmış olan çiftin küçük çocukları aşağıda zikredilecek şartları haiz anneye bırakılır.

1- Mürted olmaması.

2- Fuhuş veya hırsızlık gibi büyük günahları işleyen bir kadın olmaması.

3- Emin olması.

4- Mahrem olmayan kimse ile evli olmaması.

Yukarıda kaydettiğimiz manilerden biri varsa, isterse anneanneye bırakılır. O da olmazsa babaanneye, sonra ana-baba bir kızkardeşe, yoksa anne bir kızkardeşe, sonra teyzeye, sonra da halaya bırakılır. Tabii bunlar arzu ettikleri takdirde böyledir. Erkek çocuk yedi yaşına girinceye kadar bu durum devam eder. Ama anne vveya nine olmazsa dokuz yaşına gelinceye kadar bu durum devam eder. Bu açıklama Hanefi mezhebine göredir.

Şafii mezhebine göre ise; aşağıda zikredilen şartlar dahilinde erkek olsun çocuk anneye bırakılır:

1- Annenin müslüman olması. Hıristiyan, Yahudi veya mürted olursa kendisine bırakılmaz.

2- Akıllı olması.

3- Emin olması. Fasıka olduğu takdirde kendisine bırakılmaz.

4- Mahrem olmayan kimse ile evli olmaması.

5- Çocuğun mümeyyiz olmaması. Aksi takdirde çocuk muhayyer bırakılır (el-Envar).
HARAM MALDAN İKRAM
Malına herhangi bir yolla haram karıştığı bilinen birisinin ikramını, ya da hediyesini kabul etmek için bakılır, eğer malının veya kazancının çoğu haramdan değilse alınır ve yenilir. Bu durumda ikram ettiği şeyin haramdan olduğu bilinse, malının çoğu helâldan olsa dahi kabul edilemez, yenemez. Aksine, malının çoğu haramdan olsa ve fakat ikram ettiği şeyin helâldan olduğu bilinse, ya da ikram eden öyle olduğunu söylese alınır ve yenilir.(Hindiyye, V/342; Kâdihan, NI/400-402). Faizle para kazanan için de durum aynıdır.(Hindiyye, V/343) Helâl kazancı daha çoksa ikramı alınır, değilse alınmaz. Durumu bilinmiyorsa, bir mü'min ancak helâl yolla kazanır diye hüsn-i zan edilir ve yine kabul edilir.
HARAM PARA İLE TAHSİL
Diploma belli bir ilmi ya da meslegi öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. Içe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir. Işi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah'u a'lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: "Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur."(Hâniyye (Hindiyye kenarında), NI/400; Hindiyye; V/343)"Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona ***ürür ve adeta kendi malından yemiş olur."
 
HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini sağlığa büyük ihtimam gösterip hasta olmamak için tedbir almamızı emrettiği gibi, hastalık olduktan sonra tedaviyi de emretmiştir. Ancak varsa tahir bir ilaç kullanmak gerekir. Necis veya müteneccisi kullanmak caiz değildir. Remli ve Şirazı: Temiz bir ilaç bulunmadığı takdirde müslüman bir doktorun tavsiyesine binaen necis veya mütenecis bir ilacı tedavide kullanmakta beis yoktur, diyorlar. Bir hastalık için, "İçkiden başka ilaç bulunmazsa içilmesi caizdir” diyen olduğu gibi "caiz değildir” diyen de olmuştur. Yalnız Şafi'i mezhebine göre, ilaca maslahata binaen müteneccis bir şey katmakta beis yoktur. Binaenaleyh çeşitli hastalıklara yarayan ve içinde alkol bulunan şurubu ( başka bir ilacın bulunmaması şartıyla) içmek caizdir.
HARB SIRASINDA DÜŞMAN GÖZETLEYEN VARSA DÜŞMANI VURMAK İÇİN SİPER ARKASINDA SAKLANAN KİMSE NASIL NAMAZ KILACAK?
Savaş sahasında düşmanı gözetleyen veya düşmanı vurmak için siper arkasında gizlenen kimse ayakta namaz kıldığı takdirde düşman onu görecek, dolayısıyle de kendisi ve İslam ordusu zarar görecektir. Böyle bir durum karşısında bu kimse oturarak namazı kılacaktır.
 
HAREM-İ ŞERİF
Kâbe-i Muazzama'yı çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük câmi. Ortasındaki küçük meydan (tavaf yeri, metaf) üzerinde bulunan Kâbe, Zemzem ve Makam-ı İbrahim (a.s), bu câminin birer parçasını teşkil eder. Dilimizde daha çok Haremi Şerif olarak bilinen bu mescide, Mescid-i Haram veya Mescid-i Şerif de denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de onaltı ayette "el-Mescidü'l-Harâm" geçmektedir. Bu ayetlerden iki taneşinin anlamı şöyledir: "Ey iman edenler, müşrikler murdarın murdarıdırlar bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yoksulluktan korkarsanız bilin ki, Allah dilerse, yakında sizi büyük lütuf ve ihsanı ile zenginliğe kavuşturacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/28). "Muhakkak ki, o inkar edenler, Allah'ın yolundan ve bir de kendisinde yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu ve bütün insanlar için meydana getirdiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlar, bilmelidirler ki, kim zor kullanarak orada bir dinsizlik ve zulme yeltenirse, ona acı azabı tattıracağız" (el-Hacc, 22/25). Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, "haram" olarak isimlendirilmesi, hürmet duyulan yer olduğundandır. Harem dahilinde kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır.

Harem-i Şerif'in sadece tanıttığımız cami'den ibaret olduğu, ya da tüm haram beldeyi içine aldığı hususunda ihtilaf vardır. Ancak genellikle söz konusu büyük cami olarak zikredilmiştir (Geniş bilgi için bkz. el-Ezrakî, Ahbâru Mekke, neşr. Rüşdi Salih Melhas, Beyrut 1979, II, 62,130 vd. Eyüp Sabri, Mir'at-ı Mekke, İstanbul h. 1301,127; el-Fâsî, Takiyyüddin Muhammed b. Ahmed, el-Ikdu's-semîn, Beyrut 1986, I, 44).

Harem-i Şerif, İslâm öncesi dönemde herhangi bir duvar ile çevrili değildi. Kâbe'yi tavafa mahsus, etrafı evlerle çevrili, kumluk dar bir saha (metaf)'dan ibaretti. Oraya evler arasındaki sokaklardan girilirdi. Asr-ı Saâdet'te ve Hz. Ebu Bekir'in halifeliği esnasında bu şekilde kaldı. Hz. Ömer zamanında, İslâm ülkeşinin genişlemesi, müslüman nüfusun artması ve hacı sayısının büyük rakamlara ulaşması üzerine, tavaf yeri dar gelmeye başladı. Tavaf esnasında büyük bir izdiham oluyordu. Bu sebeple, Harem-i Şerif'in civarındaki bazı evler sahiplerinden satın alınarak yerleri yıkıldı ve mescide ilave edildi. Hz. Ömer'in yaptırdığı bu ilk genişletme esnasında, harem-i Şerif'in etrafına, yüksekliği bir adam boyuna ulaşmayan bir ihata duvarı inşa edildi. Bu duvar üzerine kandiller konuldu (Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Kahire 1901, 53; el-Ezrakî, a.g.e., II, 68 vd.; Yâkut, Mu'cemu'l-buldân, VIII, 50). Daha sonra Hz. Osman ve Abdulah b. Zübeyr zamanlarında, civardaki bir takım evler daha satın alınarak yeni genişletmeler yapıldı.

Emevî hükümdarlarından Abdülmelik b. Mervan 75/694 yılında, oğlu Vetid de 91/709 yılında Mescid-i Haram'ı tamir ve bir miktar daha genişlettiler. Mekke'ye birçok mermer direk gönderen Velid tarafından gerçekleştirilen tamirat ve genişletme esnasında, mescidin zemini mermer mozaikle döşendi. Direkler üzerine Sac ağacından bir tavan yapıldı. Anlaşıldığına göre, Harem-i Şerif'te ilk minareler bu tamirat sırasında yapılmıştır. Harem-i Şerif'in genişletilmesi faaliyeti, bölgeye daha sonra hâkim olan devletler zamanında da devam etti. Abbasîlerin ikinci halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 159/775-776 yılında yaptırılan tamirat sırasında, Harem-i Şerif'in Kuzeye düşen tarafı Bab-ı Nedve'ye, diğer tarafı Bab-ı Umre'ye kadar genişletildi. Yapının dört tarafı altın ve gümüş kakmalı rengarenk mozaiklerle süslendi. Kâbe'de Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irâkî arasında, Altın oluğun altında, iki arşın yüksekliğinde yay şeklinde bir duvar ile çevrili olan Hatîm (=Hicr)'in iç tarafı renkli mermerle tefriş olundu. Mansur'un oğlu Mehdî zamanında (M. 775-785) iki defa tamirat yapıldı. Bu tamiratlarla Kâbe ile Mesâ' (=say yeri) arasındaki evlerin tamamı Harem-i Şerif'e katıldı. Kahire'den getirtilen beşyüz'e yakın direk gereken yerlere dikilip, üzerlerine kubbeler inşa edildi. Tavan ve revaklar ise ahşap olarak yapılmıştır (Bu tamiratlar hakkında bkz. Belâzurî, a.g.e., 53 vd.; el-Ezrakî, a.g.e., II, 68-81, 96 vd.; Yâkut, a.g.e., VIII, 50 vd.; Eyüp Sabrî, a.g.e., 631-637; M. Es'ad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul 1983, 334, vd.).

Memlukler zamanında 802/1399-1400 yılında çıkan bir yangında Harem-i Şerif'in kuzey ve batı taraflarının ahşap tavanları yanmıştı. Sultan Ferec'in emriyle 804/1401-1402'de başlayan inşaat sırasında tavanın tamamı yine ahşap olarak yeniden yaptırıldı. O sırada revaklar üç sıra olup, mescidin beş minaresi vardı. Harem-i Şerif Osmanlılar zamanına kadar bu şekilde kaldı. Sultan II. Selim'in emriyle, 979/1571 tarihinde Mısırlı Ahmed Bey'in nezaretinde başlatılan ve beş yıl süren inşaat esnasında, bu ahşap tavanlar yıkılarak yerlerine mermerden. inşa edilmiş ve üzerlerine altın alemler konulmuş kubbeler yapıldı. Sonraları Sultan Ahmed, I. Hamid, IV. Murad, II. Mahmud ve Abdülmecid zamanlarında, Harem-i Şerif'in muhtelif tarafları tamir ve tezyin edildi. Etrafında yeni bölümler yapıldı (E. Sabri, a.g.e., 760-771).

Osmanlılar zamanındaki bu tamirât ve genişletmeler neticesinde, tavaf mahalli 537 x 550 zirâ' genişliğine çıkarıldı. Revaklardaki yenilenen 892 sütuna yeni sütunlar ilave edildi. Yenilenen kemerler üzerine Türk üslûbunda beşyüz küçük kubbe ilave edildi. Mevcut on dokuz kapı yenilendi. Tavaf yeri etrafına, ağaç şeklinde kandiller dikildi. O sırada mescid'in yedi minaresi vardı.

Suûdî yönetimi de, zamanına kadar dört defa genişletme faaliyetinde bulundu. 1955 yılında Kral Abdülaziz zamanında başlatılan ve 1961'de bitirilen büyük genişletme faaliyetinde Safa ve Merve tepeleri arasındaki tavansız toprak bir yol halinde olan say mahalli (=mesa'), Harem-i Şerif'e ait yapıya dahil edildi. Suûdiler, daha sonra Harem-i Şerif'i üç defa daha genişlettiler. Bu tamirat ve genişletmelerin birincisi, 1961-1969, ikincisi 1969-1976 yılları arasında yapıldı. Sonuncusu ise Fahd b. Abdülaziz'in emriyle mescidin batı tarafında başladı. Bu genişletmelerde, Harem-i Şerif'in alanının, üç yüz bin kişiyi alabilecek şekilde, 160.000 m2'ye çıkarmak hedef alınmıştır.
HAREMLİK SELÂMLIK HAKKINDA İLMÎ BİR ARAŞTIRMA
 
Kavramın Tarif ve Şumûlü

"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup, "kişinin özenle koruduğu ve ugrunda savaştığı şey"( el-Mu'cemül-vasît, (ha-ra-me) md.) demektir. "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve "ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Bu türevlerinden de anlaşılacağı gibi kelimemizde "saygınlık", "saygın" "korunmaya ve savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır. Bir hadîs-i şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı ugrunda öldürülen de şehittir. "(Buhari, mezalım 33; Müslim, imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır. Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken değerlerin önemlilerinden olmakla."harem" telakki edilmiş ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle korunmuştur. "Hurmet" kelimesi de, saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vb. manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari ile "kadın" anlamına da gelir.( el Mu'cemu'1-vasît agy.) "Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar taşır.Bütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem", herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk. Devellioğlu (harem) md.) diye tanımlanmıştır. Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilip "mü'min" olmayanların girmelerine müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir ve "Harem-i Mekke" (Mekke'nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında "Haremeyn" tâbir edilir."Harem-i şerif", şerefli harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz. Peygamber Mescidi ve civar larına, hem de Devellioğlu'na göre, büyük islâm konaklarında bulunan kadınlar dairesine denir.(agy.) Ancak "Büyük Islâm Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine "Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz.

Bu konuda Pakalın'ın tanımlaması daha güzeldir: "Harem, sarayla konakların ve evlerin kadınlara mahsus kısmına verilen addır. Bu yere "Harem Dairesi" de denilirdi. Erkeklerinkine ise "selâmlık" adı verilirdi. Harem; zevce mânasına da gelir. Arapça bir kelime olan Harem, girilmesi memnun olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Bundan dolayı ki, eskiden harem ve selâmlık diye ikiye ayrılan saray ve konakların girilmesi memnun olan harem kısmı, kadınların ikametine mahsustu." Türk Ansiklopedisi'nin "harem" maddesine yaptığı tarif ise daha da şumüllü ve efradını câmîdir: "Islâm toplum hayatında ve kadınların yabancı erkeklere karşı şer'an tarif edilmiş şekilde örtünme (tesettür) ye mecbur oldukları devrede, çatısının altında âileye mensup olmayan ve çeşitli hizmetler gören erkeklerin de yaşadığı, barındığı büyük evlerde, konaklarda ve saraylarda kadınlara mahsus olan daire... Sadece Harem denildiği gibi, Harem Dairesi de denilir; padısahlara mahsus köşklerde de, sahilsaray ve saraylardaki Harem dâireleri de Harem-i Hümâyun adm taşır"(Türk Ansiklopedisi (Harem) md.) Burada da "şer'an örtünmeye mecbur oldukları devrede" ifadesi hatâlıdır, zirâ Islâm gerçeğinin varolduğu her dönemde, inanan kadınların örtünmeye mecbur olacakları da bir vâkiadır.Anlaşılan "Harem" ve "Harem dâiresi" "selâmlik" la birleşerek Türkçe yapım eki olan -lik eki almış ve kadınların bulunduğu yeranlamında "Haremlik" haline gelmiştir. Buna göre, daha sonra Islâmî menşe ve kökenini araştırmaya çalışacağımız "Haremlik": Maddî imkânlarına bağlı olarak evlerini büyükçe yapabilen müslümanların, erkeklerin oturma mekânına mukabil, kadınlar için inşa ettikleri ve yabancı erkekler girmeksizin sadece kadınların bulunduğu, böylece de oturma ve sohbet sırasında üstbaşları tabiatıyla dağınık olacak kadınların "hicab" emrine uymuş olacakları ev bölmesi diye tanımlanabilir.

"Selâmlık" ise yine Arapça bir kelime olan "selâm"a, yine yapım eki olan Türkçe -lık takısı eklenerek yapılmış "selâm ve selâmlama yeri" anlamında bir terimdir. Ancak anlaşılan o ki, bunda "selâm" kelimesinin etimolojik anlamları olan "selâmet, esenlik, bariş, güven" gibi manalar gözetilmemiş, sadece bu manalarıda içine alan "selâmlama"dan hareketle "Haremlik"in mukabili mekâna "selâmlık" demiştir. Yani, "selâmlık" konaklarda erkeklere mahsus daireye verilen addır. Bunun yerine "Selâmlık Dâiresi" de kullanılırdı.."Selâmlık" tâbiri, konak sahibinin selâm ve arz-i ihtiram için gelenleri burada kabul etmesinden meydana gelmiştir. Konaklarda selamlıklar ayrı bir dâire halinde idi. Ev sahibi sabahleyin hâremden çıkar, işine gidinceye kadar misafirlerini burada kabul ettiği gibi, işinden döndükten sonra da yatma zamanına kadar yine burada oturup gelenlerle vakit geçirirdi. Orta hallilerin evlerindeki selâmlık dâireleri konaklardakilere nisbetle basit şekilde idi.(Pakalın, (selâmlık) md.) Bir başka ifade ile: "Büyük evler, konaklar ve saraylarda aile hizmetindeki yabancı erkeklerin (erkek asçılar, asçı yamakları, uşaklar, ayvazlar, kâhyalar, vekilharçlar, erkek çocuğu lalaları, kâtipler, arabacılar, kayıkçılar, seyisler, bahçıvanlar, efendi tarafından himaye altına alınmış genç erkekler, âileye intisap etmiş şeyhler, dervişler, bulûg çağını idrak etmiş köleler, günlük misafirler, gece yatışı misafirleri, diyar garibi misafirler) bulunduğu, yaşadığı kısma da selâmlık denilmiştir."(Türk Ansiklopedisi (TA) (Harem) md.)"Haremlikle selâmlık arasındaki bağlantı kısmına "Mabeyn" (arayer, arabölme) ismi verilirdi... Büyük mutfak selâmlıkta bulunurdu, fakat ekseriye Haremlik'in de ayrı mutfağı olurdu...

Konak ve saraylarda Haremlikle Selâmlıkta mutlaka iki hamam bulunurdu, büyük evlerde haremlikte mutlaka bir hamam yapılır, selâmlık halkı için civardaki bir çarsı hamamından faydalanırlardı. Uşaklardan biri külhancılık hizmeti görürdü. Binada hamam külhanları selâmlıkta olurdu. Harem lik'in ve selamlığın bahçeleri de ayrı olurdu..."(agk.)
 
HAREMLİK VE SELÂMLIK'IN MENŞEİ
Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık" ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız.

Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah'ın Zeynep'le evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü'minler, size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin, yemeği yiyince de dağılıverin. Söz ve sohbet için de girmeyin. Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden sıkılmaktadır; oysa Allah hak'tan sıkılmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde (hicap) arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de dâha temizdir..."(K. Ahzab (33) 53)

Buhâri'nin naklettiği habere göre, Ömer b. Hattâb'in : "Ey Allah'ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de Mü'minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?" demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi.(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b. Mâlik'in anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah'ın Rasulü, gittiler." dedim. Hemen kalkıp odasına girdi. Ben de girmek üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet indirildi."(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi'nin ifadesine göre, söz konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu ikisidir.(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:

"Hicâb": Örtü, perde. "Hicablanmış kadın": Bir örtü ile perdelenen kadın. "Hicâbul-cevf': Göğsü karından ayıran zar, diyafram. "Hicâb" : Kendisi ile gizlenilen her şey. Buna göre iki şeyi birbirinden ayıran her engel "hicâb" dır. Bir şeye mâni olan her şey onu "hicâblamış" demektir. Erkek kardeşlerin anneyi mirastan "hacb" etmesi de buradandır.(Ibn Manzûr, Lisânii'1-Arab (Hacb) md.) "Hacb" ve "Hicâb", ulaşmayı, kavuşmayı engellemektir. Vahyin geliş biçimlerini anlatan âyette "ya da hicâb arkasından (getir)"(K. Sura (42) 51) denir ki, konuşuların görülmeyeceği bir yerden demektir.( Ragib el-Isfehânî, el-Müfredât 108.) "Hacb" setr ve nihân eylemek, "Hicâb" isim olur, kendisiyle setr olacak perdeye denir."(Asim Efendi, Kâmûs, (hacb) md.) Ayrıca hadîslerde Güneşi perdeleyen ufuk, müşrik olarak çıktığı için mağfirete engel olan can, öbür âleme muttalî olmayı önleyen ölüm... gibi manalarda kullanıldığına bakılırsa(Ibnül-Esîr, en-Nihâye, I/340)"Hicâb" ın elbise gibi insana bitişik birşey olmadığı, insandan ayrı ve onun görülmesine tamamen engel olan bir hâil olduğu anlaşılır."Hicâb" a gerçi bazı müfessirler "setr", "tesettür" anlamı vermiş ve onu kadının örtünmesi karşılığında kullanmışlardır, ancak bu, kavramın ilk dönemlerdeki manası değildir.(krs. M. Mutahhari, Islâmda Tesettür 68-69) Sanıyorum buna gerek de yoktur. Çünkü kadının her yönüyle tesettürünü anlatan başka âyet-i kerimeler vardır (bk. K. Nûr (24) 31, 60; Ahzâb (33) 59) ve bunun da aynı anlamda algılanması tekrar demek olur. Zaten "setr" ve "tesettür" manasına gelmiş olsaydı, o takdirde kök anlamı (etimolojisi) gereği kadının tamamen örtünmesini, yani yüzüne de peçe kullanmasını farz kılmış olurdu. Gerçi kadının baştan ayağa avret olduğunu, yüzünü dahî kapatması, yani peçe kullanması gerektiğini söyleyen pek çok tefsirci ve fıkıhçı vardır ve bu konudaki delilleri de aksini söyleyenlere göre oldukça güçlüdür; ancak onlâr bu görüşe bu âyetle varmış değil, sadece bu âyeti de o görüşlerine destek olarak kullanmışlardır. Imdi, kadının yüzünün ve ellerinin, hattâ bazılanna göre ayaklarının avret olmadığını söyleyen hatırı sayılır sayıda fıkıhçı bulunduğuna göre, onlar bu âyeti "tesettür" ve "peçe" anlamında görmemişler demektir. Yani "hicâb" kadının bizzat üzerinde olup görülmesine mâni bir perde değil demektir.

Sözkonusu âyeti ve nüzul sebebini anlatan hadîsleri tekrar gözden geçirirsek, konumuzla ilgili olarak su noktalar dikkatimizi çeker: Hz. Peygamberin "beytlerine", yani geceleme yerleri olan odalarına çagrılmadan girmemelidirler. Onun zevcelerinden bir şey isterlerse "hicâb" (perde) arkasından istemelidirler(Hz. Peygamberin zevcelerinden istenecek "metâ" dört şeyle izah edilmiştir: Âriyet (yani ödünç gereçler), herhangi bir hâcet, fetvâ ve Kur'an sahifeleri, (Ibnü'1-Arabî, Ahkâmü'1-Kur'an NI/158) Rasulüllah'ın yanına iyi-kötü, herkes girip çıkmaktadır. Enes b. Mâlik içeri girmek isteyince önüne perde çekılmıştir... Dikkat edilirse bütün bunlar, ev içi düzeniyle ilgili hususlardır. Yani: Kadının evdeki kiyafeti elbette dışardaki gibi değildir. Genellikle yabancı erkeklere görünemeyecek üst-başla dolasir. O halde eve gelen yabancı erkeklerle evin kadın arasında bir engel (hicab, perde vb.) bulunmalı ve erkekler kadınlardan bir hacet isteyeceklerse bu engelin arkasından istemelidirler. Tabiatiyla bu tür bir hâcet perde arkasından isteniyor ve ihtiyaç halinde dahî bir araya gelinemiyorsa, ihtiyacın olmadığı zamanlarda kadınların yabancı erkeklerle, ev içi oturmaları tarzında bir arada olmaları bu âyetin isteğine aykırı olmuş olur. "Cilbâb", yani dış tesettürüne riâyet eden bir kadının, "halvet" olmamak kaydıyla, yabancı erkeklerin de bulunduğu mekânlara girmesinin câiz olmasıyla bu, farklı farklı şeyler olmalıdır. Tamamen yabancı bir edâ ile, geçici olarak bir arada bulunmakla, ev içi sohbetleri ve beraber oturmalar arasında elbette farklar bulunmalıdır. Çünkü sohbet ülfeti, ülfet de ilgiyi kolaylaştırır. Bu yüzden olmalıdır ki, Islâm'da komşunun hanımı ile zinâ, diğerlerinden çok daha büyük görülmüş, kayınlar gibi yakın-yabancıyla halvet "ölüm" sayılmıştır.Elmalılı, âyetin tefsirine çok kısa değinmiş olmakla beraber meseleyi bizim vaz'ettiğimiz biçimde açıklamıştır: "Artık onlara bir hicab: yani görülmelerine mani bir perde, bir siper arkasından sorun. Bundan böyle Harem farz kılınmıştır ki, o zamana kadar Arapta âdet değil idi".( Elmalıli Hamdi Yazır, VI/3921) Bedîüzzaman da aynı görüştedir Ayet-i kerime muktezâsınca irhâ-yı hicâb ile emrolundu ki , harem ile selâmlığı ayırmak demektir. ( bk. Yeni Ansiklopedi "Tesettür" md.)Peki bu hüküm ya da uygulama sadece Rasulüllah'ın (s.a.s.) zevcelerine mi hastır yoksa bütün mü'min kadınlar için de istenmiş midir? Bu hükmün sadece Rasulüllah'ın (s.a.s.) zevcelerine has olduğunu söyleyenler yok değildir. Ancak adı geçen âyette böyle bir tahsîs, işaretle dahî olsa, yoktur. Hattâ hangi Ayette Rasulüllah'ın zevceleri zikredilerek bir hüküm bildirilmişse, o hüküm diğer bütün mü'min kadınlar için de geçerlidir. Bundan sadece onun zevcelerinin kendisinden sonra hiç kimse tarafından nikâhlanamayacağı hükmünü istisna edebiliriz ki, bunun da sebebi açıklanmıştır "Onun zevceleri mü'minlerin anneleridirler." (K. Ahzâb (33) Nitekim Kurtubî: "Bu hükme bütün kadınlar dahildirler.( Kurtubî, XIV/27) derken Cessâs da : "Bu hüküm her ne kadar özellikle Rasulüllah ve onun zevceleri hakkında inmişse de, manası onlara da başkalarına da şâmildir. Çünkü biz Allah'ın (c.c.) sadece ona has kıldıkları dışında Rasulüllah'a uymak ve onu örnek edinmekle memuruz". demiştir.(Cessâs, V/249)
 
HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC)
Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz. Ali'ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır.

Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır. Sözgelimi Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra'nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır. Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât'tır. Satın alıcı anlamındaki Şârî'nin çoğulu olan Şürât'ı kendini Allah'a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı. Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar. Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler. Cemel Vak'ası'na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü'minlere farı kabul ettiler. Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s. 55).

Hâricîler, Hz. Ali ile Şam valisi Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar. Onlara göre Allah'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur. (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Sorunu hakemler aracılığı ile çözmeyi kabul ettiği için Hz. Ali de kâfir olmuştur. Kâfir olduğuna inandıkları Hz. Ali'den ayrılmanın farz olduğu düşüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrılarak Harûra'da toplandılar. Bu huruc (çıkış) hareketi ile İslâm tarihindeki ilk siyasî parçalanma gerçekleşti. Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, İslâm tarihinin en katı, en savaşçıl partisini oluşturdu (Ahmet Emin, Duha'l-İslâm, III, 5).

İşin ilginç yanı, Kur'ân'ı mızraklarının ucuna takarak Hz. Ali ve ordusunu kitab'ın hükmüne çağıranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amacıyla bir hile olarak yapmışladı ve ilk başta buna aldanarak savaşı durdurması ve isteklerini kabul etmesi için Hz. Ali'yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle aynı insanlardı. Savaşı kendileri durdurmuş, Hz. Ali adına, onun hiç istemediği bir kişiyi hakem atamışlar, sonra da bütün bunlardan dolayı Hz. Ali ve ona uyanları kâfir ilân ederek ayrılmışlardı. Bu durum, en bağnaz düşmanlarınca bile teslim edilen doğruluk ve samimiyetleri konusunda şüphe uyandırdıktan başka, hareketin kökeninde sadece inanç farkının yatmadığını da düşündürmektedir.

Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çıkışını ünlü hakem olayına bağlamakla birlikte başka nedenlerin varlığından ve etkisinden de sözetmektedirler. Bunların en önemlileri şöyle özetlenebilir:

1. Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettiği bir düşünceyi temsil etmektedir. Bu kesim siyas"ı çalkantılardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsız olmakta, İslâm'ın ilk yıllarındaki ideal toplumun özlemini duymaktadırlar. Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçekleştirme girişimidir.

2. Hâricîliğin ortaya çıkmasındaki önemli bir neden, merkezî yönetime karşı süregelen geleneksel direniş psikolojisidir. Buna, câhiliye döneminin zihin yapısını karakterize eden bireysel bağımsızlık eğiliminin de önemli bir etkisi olduğu eklenebilir.

3. Hâricîlik hareketinde, çeşitli Arap kabîleleri arasında eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan oğula geçen savaş ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir.

4. Hâricîlerin ortaya çıkmalarına yol açan nedenlerden biri de, bu kişilerin aşırı Şii fırkalardan olan Sebeiyye ile olan bağlantılarıdır. Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafından başlatılmış ve yürütülmüştü. Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmışlardı. Hâricîler, Hz. Osman'ın şehîd edilmesi sorumluluğuna katılıyorlar, hattâ bununla övünüyorlardı. Haremlerin bir anlaşma sağlamaları durumunda hiç şüphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardı. bu riedenle Hz. Ali'yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelişmenin etkilerinden kendilerini kurtarmak istemişlerdi.

Hz. Ali'den ayrılarak önce Harûra'da, daha sonra Nehrevân'da toplanan ve Abdullah b. Vehb er-Râsibî el-Ezdî'yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kısa zamanda tam bir terör havası estirmeye başladılar. Görüşlerine katılmayan, önderlerini halife olarak tanımayan, Ali ve Osman'ı kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümanı kâfir sayıyor, acımasızca öldürüyorlardı. Başlangıçta sayıları on iki bin kadardı. Hz. Ali'nin çeşitli girişimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarına katılmış, geride yalnız dört bin kişi kalmıştı. Bunların bütün uyarılara rağmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz. Ali'nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu. Nehrevân'da, Hz. Ali'nin ordusuyla Hâriciler arasında yapılan savaş, güçler arasındaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandı. Bazı rivâyetler bu savaştan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildiğini belirtir. Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin başka bir yere kaçtıkları ve çok sayıda hâricî kollar oluşturdukları söylenir.

Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki bırakmış, onlar için Allah yolunda ölmenin, şehâdetin bir simgesi hâline gelmiştir. Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmuş ve bu, bir türlü tatmin edilememiştir. Hz. Ali bir Hâricî tarafından şehîd edilmiş; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayısız isyan hareketiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd).

Hâricîlerin büyük çoğunluğunu bedevî çöl Arapları oluşturuyordu. Yaşama şartları ve biçimleri, çoğu yoksul olan bu insanları sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Taşkın bir ruha, atılgan bir mizaca sahiptiler. İslâm'a samimiyetle inanmışlardı ancak ufukları dar, düşünceleri yüzeyseldi. Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu. Bu nedenle inançlarındaki samimiyet onları bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe ***ürmüştü. Kendilerini bilgi değil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanları yönlendiriyor, muhâlif olma düşüncesi gerçeğe ulaşmalarını engelliyordu. Kur'ân'ı çok okuyor, zâhir anlamına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir anlam tanımıyorlardı. Kendilerinin haklılık ve doğruluğundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atılmaktan sakınmıyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu yolda son derece acımasız davranıyorlardı. Başlangıçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafında toplanan Hâricîler, Nehrevân olayından sonra çeşitli kişileri önder tanıyarak kollara ayrıldılar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düşünce ilkeleri belirlediler. Bu kollar arasında, aynı kökten geldiklerinden şüpheye düşürecek kadar derin görüş ayrılıkları görülür. Muhâlif tavırları ve savaşçılıkları bir yana, düşünce ve inanç açısından paylaştıkları görüşler son derece azdır. Mezhepler tarihçilerinden Ka'bî ve Şehristânî'ye göre bütün Hâricîler yalnızca şu üç noktada görüş birliği içindedirler.

1. Hz. Ali ve Hz. Osman'ı, hakemler Amr b. el-Âs ve Ebû Musa el-Eş'arî'yi, Cemel savaşına katılan Hz. Âişe, Talha ve Zûbeyir'i hakemlerin hükmüne razı olan herkesi kâfir kabul etmek.

2. Büyük günâh işleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak.

3. Zâlim devlet başkanına karşı isyanı farz kabul etmek. Bunlara göre ayrıca devtet başkanının Kureyş'ten olması gerekli değildir. Hür seçimle işbaşına gelmesi şartıyla herkes İmam olabilir. Hattâ zulme saptığında görevden alınması daha kolay olacağı için İmam'ın Kureyş'ten olmaması daha iyidir. Seçimle başa geçirilen kişi doğru yoldan saparsa görevden alınması, hattâ öldürülmesi farz olur.

Eş'arî ve Bağdâdî'ye göre hâricîler yukarıda sıralanan maddelerden yalnızca birinci ile üçürıcüde sözbirliği içindedirler. İsferâyînî ve Razi'ye göre ise, yalnız birinci ve ikinci maddede ittifak edebilmektedirler. Bu bilginlere göre Hâricîler yalnız büyük günâh işleyenleri değil, küçük günâh işleyenleri, hattâ bir hata yapanları bile kâfir saymaktadırlar.

Muhakkime-i Ulâ da denilen ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayıda kola ayrıldı. Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, İbâdiyye ve Şebibiye'dir.

Ezârika, Ebû Râşid Nâfi b. el-Ezrâk'ı İmam tanıyan Hâricîlerin oluşturduğu koldur. el-Ezrâk, taraftarlarıyla birlikte 64/683 yılında Basra'da isyan etti, Ehvâz'da Basra valisinin kuvvetleriyle savaşırken öldürüldü (ö. 65/684). Ezârika'nın görûşleri şöyle özetlenebilir: Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Âişe, Hz. Talha, Hz. Zübeyir, Hz. Abdullah b. Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardır. Savaşlarda kendilerine katılmayarak bir kenarda oturmayı seçenler de kâfirdir. Hem bunlar, hem de kadın ve çocuklarının öldürülmesi mübahtır. Zinâ suçunun cezası kırbaçtır, recm uygulamak yanlıştır. Müşriklerin çocukları da babaları ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Takiyye hiçbir şekilde câiz değildir. Büyük günâh işleyen kimse İslâm'dan çıkmıştır. İmam'ın emrine itâat, emri ister haklı, ister haksız olsun, farzdır. İmamın emrine karşı gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir.

Necedât, Necde b. Âmir el-Hanefiyye'yi İmam tanıyan Hâricîlik koludur. Necde, Yemâme'de isyan etti. Yemen, Hadramût ve Taif'i istilâ etti. Kendisi ve taraftarları Haccac tarafından öldürüldü (ö. 69/688). Necedât'a göre din iki bölümdür. Birincisi, Allah'ı, Peygamber'i, müslümanların (yani kendilerinin) kanlarının haram olduğunu ve Allah katından gelen şeylerin tümünü bilmektir. Bunları bilmek farzdır, bilmemek özür sayılmaz. İkincisi ise bu sayılanların dışında kalan hususlardır. İnsanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayı mazurdurlar. Kendileriyle anlaşma yapılan kişilerin kan ve malları helâldir. Küçük, zararsız bir yalan söyleyip bu yalanında ısrar eden kişi müşriktir. Buna karşılık zinâ eden, içki içen, hırsızlık yapan fakat bu hareketinde ısrar etmeyen kimse müşrik değildir. Can korkusu varsa takiyye câizdir. İnsanların başında bir imam'ın bulunması şart değildir.

Sufriyye Ziyâd b. el-Asfar'a uyanların oluşturdukları koldur. Buna Ziya'diyye de denir. Sufriyye'ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savaşa katılmayanlar, inançları kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edilmez. Zinâ eden recmedilir. Müşriklerin çocukları cehennemlik değildir. Takiyye, amelde değil, ancak sözde câizdir. Zinâ, içki ve iftira gibi dünyada cezayı gerektiren fiilleri işleyenlere kâfir ya da müşrik denilemez. Fakat bu dünyada cezası olmayan namazı terk gibi büyük günâhları işleyenler kâfirdir. Birisi şeytana uymak, diğeri putlara tapınmak olmak üzere iki çeşit şirk vardır. Küfür de, birisi nimeti inkâr, diğeri Allah'ı inkâr olmak üzere iki çeşittir. Berâet de ikiye ayrılır; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri işleyenlerden uzaklaşmak; diğeri de farz olan ve Allah'ı inkâr edenlerden uzaklaşmak.

Acâride, Abdulkerim b. Acred'e uyanların oluşturduğu Hâricîlik koludur. Kurucusu hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kolun başlıca görüşleri şunlardır: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan değil, yalnızca bir kıssadır. Böyle bir aşk kıssasının Kur'ân'da yer alması câiz değildir. Büyük günâh işleyenler dinden çıkmışlardır. Savaşa katılmayanlar, aynı inancı paylaşıyorlarsa düşman sayılmazlar. Acâride kolu, kendi içinde Hazımiyye, Şu'aybiyye, Halfiyye, Ma'lûmiyye, Mechuliyye, Saltıyye, Hamziyye ve Sa'lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrıldı. Sa'lebiyye'den de Ma'bediyye, Ahnesiyye, Şeybaniyye, Rûşeydiyye, Mukremiyye adlarıyla anılan kollar sürdü.

İbâdiye, Abdullah b. İbâd tarafından kurulan Haricilik koludur. Günümüze kadar varlığını sürdüren tek Hâricîlik kolu budur. Haliç ülkelerinden Umman sultanlığı ve Zengibar'da resmî mezheb durumundadır. Bu kola göre kendi görüşlerini paylaşmayanlar kâfirdir. Ama bunlarla evlilik ilişkisi kurulabilir, mirasları helâldir. Bu kimselerle savaşıldığı zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanları haramdır. Muhâliflerin şâhitliği câizdir. Büyük günâh işleyenler mü'min değildirler. Müşriklerin çocuklarını ne olacağım yalnız Allah bilir. İntikam amacıyla işkence câizdir. Nifak çıkaran kimse müşrik değildir. İbâdiyye'nin Hafsıyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlarıyla anılan üç kolu vardır (bk. E. Ruhi Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, s. 53).

Şebibiyye, Şebib b. Yezid eş-Şeybâni'ye uyanların oluşturduğu koldur. Abdulmelik b. Mervan zamanında huruç eden Şebib, Haccac ve Abdulmelik tarafından üzerine gönderilen yirmi ayrı askerî birliği bozguna uğrattı. Sonunda Kûfe'yi bastı. Mescide giderek orada bulunanları öldürdü. Ancak sabahleyin toplanan Haccac'ın askerlerince kaçmak zorunda bırakıldı. Şebib, Duceyl (Küçük Dicle) ırmağı üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac'ın askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine ırmağa düşerek boğuldu. Şebib, kişisel isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine isyan ettiği için düşünce ve inançları konusunda bilgi yoktur. Fakat kendisinin ve taraftarlarının Hâricîliğin genel inançlarını benimsediği bilinmektedir.

Hâricîler "Allah'ın vahyettiği ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah'tan başka kimse hükmedici değildir) şeklinde formüle ediyorlardı. Akîdelerini de mâsum mü'minleri kılıçlarıyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadılar (el-Malatî et-Tenbîh, Neşr. İzzet el-Attar el-Hüseynî, s. 51).

Hâricîler Allah'ın sıfatlarında teşbihe karşıdırlar. Kur'ân'ın mahluk olduğunu, çünkü yalnızca Allah'ın Kadîm olduğunu ifade ederler. İmâmet hakkında imamların Kureyş'ten olmasına karşıdırlar. Son derece sert ve acımasız bir adâlet görüşüne sahiptirler. Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'lmünker ilkesini şiddet yoluyla müslümanlara tatbik etmişlerdir. Hâricîler bu görüşleriyle Mu'tezile'ye tesir etmişlerdir.

Bazı görüşlerinde Kur'ân ve Sünnet'e dayandıklarından ehl-i sünnet'e uygun görüşleri de vardır. Ancak ehl-i sünnet'le temel de ters düştükleri meseleler de vardır. Allah'ın hem dünyada hem âhirette görülemeyeceği, haktan ayrılan imamı azletmek için isyan etme, ehl-i kıbleyi tekfir, İslâm'ın imandan olduğu, Kur'ân'ın yaratılmış olması, Hz. Peygamber'in günahkârlara şefâatini red, büyük günâh işleyenin ebedî cehennemde kalacağı gibi görüşleriyle ehl-i sünnet'e karşı çıkmışlardır.
HAŞR SURESİNİN SON AYETLERİNİ OKUMAK
Sabah ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü"lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor. Her yerde de ayrı uygulanıyor. Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?

Bu konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz. "Malik b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî'il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi'nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istigfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir" (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca Darimî, Beyhakî ve Taberani'de rivayet etmişlerdir. bk. Ibn Kesîr, IV/537; Tuhfetü'1-Ahvezi, VNI/240; Fethu'1-Beyân, IX/363).

Rivayetlerin çoğunda son üç ayetten bahsedilmekle beraber, "Levenzelnâ'dan aşağısı" diyen rivayetler de vardır (bk. Kurtubî, XVNI/1). Bazı rivayetlerde de sadece "Haşr sûresinin sonu" denir ve ayet sayısı bildirilmez (bk. Kurtubî, XVNI/1). "Ism-i A'zam" Haşr Sûresinin son altı ayetindedir," rivayeti de vardır (bk. Kurtubî, XVNI/49; Fethu'1-Beyân, IX/368 (Ibn Adıy, Ibn Merdüye, Hatip Bagdâdî, Beyhakî (Su'abu'1-Iman) rivayet etmişlerdir). Ama bu, sabah-akşam okunmasıyla alâkalı değildir. Yine "on defa e'uzü çekerek." diyen rivayet de vardır (Suyûti, Ed-Dürrü l-Mensûr, VNI/123; Alûsî, XXVNI/64). Dikkat çeken bir nokta da, bu ayetlerin sabah ve akşam namazlarını müteakip okunacağına dair bir açıklığın bulunmamasıdır. Sabah ve akşam denmiş ama sabah ve akşamın neresinde okunacağı söylenmemiştir. Bunun sabah ve akşam namazlarının bitiminden sonraya alınması, alimlerimizce belli bir yer tesbitiyle düzenli okunmalarını sağlamak için olmalıdır.

Bütün bu rivayetlerden çıkacak sonuç sudur: Rivayetler çok sahih olmamakla beraber sabah ve akşamleyin, tercihen namazların bitiminde, üç defa "Euzü billahi's-semî'il-Alimi mine'ş-şeytânirracîm..." diyerek "Lev-enzelnâ"dan aşağı dört ayeti (iki rivayetin arasını bulmuş olarak) okumak müstehaptır. Bu "Eûzü"nün değiştirilip, "Merdûdil-mekhûril-la'înirracîm" gibi ilaveler yapılması, ya da ayetlerin sonuna başka sûrelerden ayetler katılması bidâttır ve keyfi davranışlardır.
HASTA BİR KADININ ERKEK DOKTOR VEYA HASTA ERKEĞİN KADIN DOKTORA MUAYENE OLMASI CAİZ MİDİR?
Hasta bir kadın, muayene, tedavi ve ameliyat gibi şeylere muhtaç olabilir. Ancak kadın, hasta olduğunda ehliyetli bir kadın doktor varsa ona yaptırır. Aksi takdirde erkeğe gitmesi günah ve vebaldir. Kezalık bir erkek hasta olursa, ehliyetli erkek bir dokor varsa ona gitmeye mecburdur. Yoksa bir kadın doktora gidebilir (Beda'i al-Senai).
 
Geri
Üst