Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
AV, AVCILIK​

Eti yenilsin, yenilmesin yaratılışı icabı vahşî olup insandan kaçan hayvana av; böyle bir hayvanı kaçmaz hale getirip yakalamaya da "avlama" denir.

Islâm'da gerek kara ve gerekse deniz hayvanlarını avlamak mübahtır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Size temiz olanlar helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. " (el-Mâide, 5/4)

"Deniz avı size helâl kılındı. " (el-Mâide, 5/96) (ayrıca bk. el-Mâide, 5/1, 2, 94, 96). Ancak sadece eğlence maksadıyla avlanmak mekruhtur. Hac ve ihramdayken avlanmak haramdır.

Av hayvanlarının bir kısmının eti yenir, bir kısmınınki ise yenmez. Bunlar ya derisi, yünü ve dişleri gibi kısımlarından faydalanmak için, ya da şerlerinden korunmak için avlanırlar.

Avlanan hayvanın etinin helâl olması için birtakım şartlar vardır.

Bu şartların bir kısmı avcı, bir kısmı av hayvanı ve bir kısmı da av aletiyle ilgilidir.

1-Avcıda bulunması gereken şartlar a-Avcı; müslüman, mümeyyiz, âkîl veya Hristiyan ve Yahudî gibi ehl-i kitaptan olmalıdır. Bunların dışındakilerin kestikleri hayvan yenmediği gibi avları da yenmez.

b-Avcı avına silâh atarken ya da onu yakalayacak hayvanı gönderirken besmele çekmelidir. Kasden besmeleyi terkederse av eti yenilmez.

c-Avcı silâhı ile vurduğu veya eğitilmiş hayvana yakalattığı avı elde etmek için başka bir şeyle meşgul olmayıp hemen harekete geçmelidir. Bazen atılan mermi ava isabet edip onu öldürmeyebilir. Bu nedenle avcının avını araması ve canlı olarak bulduğunda kesmesi gerekir. Aramayıp başka bir işle meşgul olur da sonra hayvanı ölü olarak bulursa eti yenilmez. Fakat oturup beklemeksizin ya da başka bir işle meşgul olmaksızın yaraladığı avını arayıp da ölü olarak bulursa eti yenir. (Meydanî, el-Lübab, III, 220)

d-Ava silâh atma veya avı yakalayacak hayvanı gönderme işi bizzat ehil olan avcı tarafından yapılmalı, ava ehil olmayan biri buna karısınıamalıdır. Resulullah (s.a.s.), taşla, sapanla, sopayla avlanmayı yasak etmişlerdir. Müslim'de rivayet edilen bir hadis şöyledir:

"Taş ne avlar, ne de düşmanı yaralar. Ancak o, diş kırar, göz patlatır. "

Avcı avını vurur ve fakat onu kaybederek bir müddet sonra bulur. Bununla ilgili olarak Adıy b. Hâtem (r.a.)'dan aşağıdaki hadisler rivayet edilmiştir:

"Okunu attığın zaman, suya düşmemiş olmak kaydıyla avı ölü bulursan ye... Aksi halde, suyun veya okun onu öldürdüğünü kestiremezsin. "

Eğer onda bir yırtıcı hayvan izi bulamaz ve "senin okunun onu öldürdüğüne hükmedersen ye... "

"Okunu attıktan üç gün sonra avı kokmadan bulursan ye... "

Avcılıkta dikkat edilmesi gerekli hususların başında elbette merhamet ve ihtiyaç gelmektedir. Ihtiyacı için avlanan bir müslüman merhameti elden bırakmamalı, hayvanların üreme ve yavrulama zamanlarında avlanmamalıdır. Av hayvanlarının nesillerini kurutacak, tabiatın dengesini bozacak bir avcılık, mümini vebâle sokar.

2-Av hayvanında aranan şartlar

a-Avlanan hayvan, eti yenen cinsten olmalıdır. (bk. Eti Yenen Hayvanlar)

b-Yaratılışı icabı vahşî olup evcil olmamalıdır.

c-Haşeret cinsinden olmamalıdır.

d-Deniz hayvanlarından ise balık cinsinden (tatlı veya acı su balığı) olmalıdır.

e-Hayvan av tesiri ile ölmüş olmalıdır. Avcı yaralanan avına ölmeden önce yetişirse kesmesi lâzımdır. Aksi takdirde eti yenilmez.

3-Av aleti Av hayvanı ya eğitilmiş köpek, atmaca, doğan, şahin gibi hayvanlarla, veya ağ, tuzak kurmak gibi vasıtalarla, ya da yaralayıcı silâhla avlanır. Avlamada kullanılan hayvanlarda aşağıdaki şartların bulunması gerekir:

a-Ava salıverildiği zaman gitmelidir.

b-Av için yetiştirilmiş olmalıdır.

Köpeğin eğitilmiş olması; üç defa yakaladığı hayvanı yememesi, doğan ve şahin gibi hayvanların da çağırıldığında geri dönmeleri ile bilinir.

c-Yakaladığı hayvanın etinden yememelidir.

d-Avı boğarak öldürmemelidir. Yaraladıktan sonra başka bir tesirle ölürse eti yenmez.

e-Avlama işinde ona eğitilmemiş tilki vb. başka bir hayvan yardım etmemelidir.

Av, günümüzde genellikle silâhla yapılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi avcı ava silâh atarken besmele çekmeli, hayvanı vurunca hemen koşup yanına varmalı, ölmemiş ise kesmelidir. Yetişmeden silâhın tesiri ile ölmüşse bir şey gerekmez, eti yenir. (Meydanî, a.g.e. III, 217 vd.)
 
AV HAYVANLARININ SİLUETİ​

Av hayvanlarını vurduktan sonra içleri doldurularak vitrinlerde saklanması caiz midir?

Bizzat bu konu hakkında gelen bir nas bilmediğimizden bunun için haramdır diyemeyiz. Ancak mes'elenin başka boyutlarına baktığımızda bunun mekruh, hatta harama yakın bir mekruh olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, resmin gölgeli (heykel halinde) olanının haram olduğunda ittifak vardır. Bunun sebebi (illet anlamında) büyük ihtimalle putatapıcılığa benzeme ya da putperestliğe meyletme olasılığıdır. Bu şekilde içi doldurulan bir hayvan, bu konuda insanların yaptığı heykellerden geri değildir. Sonra bu uygulama insanları meşru sebepler (ihtiyaç) dışında av yapmaya avı meşru olmayan tarzda boğazlamaya, ona eziyet etmeye ***ürür. Halbuki bunlar mekruhtur ya da haramdır. Ayrıca bunun meşru bir faydasından da söz edilemez. Yani faydasız, abes bir iştir. Halbuki, "Abesi terketme, kişinin İslam'ının güzelliğindendir."​
 
AVÂRIZ​

İlletler, bozukluklar, kazalar ve sakatlıklar gibi anlamlara gelen "arıza" kelimesinin çoğulu.

Fıkıh'da insana ârız olup vazifesini yapmaya engel olan şeylere avârız denir. Meselâ hastalık, yolculuk, gebelik, emziklilik, şiddetli açlık ve susuzluk ve yaşlılık gibi özürler insanın orucu yemesini mubah kılan avârızdandır.

Usûl-i Fıkıh'da insana ârız olup edâ ehliyetini ortadan kaldıran veya noksanlaştıran ya da hükümlerini değiştiren durumlara avârız denir. İki kısma ayrılır:

a-Semavî avârız: Delilik, bunama ve unutma gibi meydana gelmesinde şahsın bir rolü olmayanlar.

b-Kesbî avârız: Sarhoşluk, sefâhet ve yolculuk gibi meydana gelmesinde şahsın iradesinin tesiri olanlar. (Abdulvehhâb Hallaf, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kuveyt 1978, 138).​
 
AVIN HELAL OLMASI​

Avın helal olması için şu şartların bulunması lazımdır:

1- Avcının bulunması. Bir köpek kendiliğinden bir avı yakalayıp öldürürse helal değildir.

2- Avcının müslüman veya kitabı olması.

3- İhramda olmaması.

4- Yaralayıcı bir alet almak veyahut avcı olan hayvanı göndermek.

5- Köpek veya doğan gibi bir hayvan ile yapılırsa öğretmiş olması, yani avcı "git" dediği zaman gider. "Gitme" dediğinde gitmez. Avı yakaladığı zaman ne onu yer, ne bırakır.​
 
AVL, AVLİYE​

Bir miras hukuku terimi olarak avliye: Hisseleri ayet ve Hadislerde belirlenen ashabu't-ferâizin hisseleri toplamı, asıl meselenin ortak paydası (mahreci)'ndan büyük çıkarsa böyle meseleye "avl veya avliye" denir. Burada hisseler toplamı mahrec kabul edilerek, bu eksiklik her vârise hissesi oranında yansıtılır. Başka bir deyimle hisseleri o nisbette azalmış olur.

Avliyede hisseler, bütün mirasçılara yeterli olmayan bir mal içinde toplanmıştır. Hisseleri vermek için toplamak gerekir. Ayet veya hadîsin gereği ile sabit olan, bizzat nass'la sabit olmuş gibidir. İbn Abbas dışında, diğer sahabenin bu konuda icmâ'ı vardır (el-Mevsılî, el-İhtiyar, V, 96).

Avliye ilk olarak Hz. Ömer devrinde söz konusu olmuştur. Hz. Ömer (r.a.) sahabe ile istişare sonucu, hisseler toplamını mahrec yapmış ve bu yolla eksikliği tüm mirasçılara yansıtmıştır. Bu konuda ona, İbn Abbas dışında karşı çıkan olmamıştır (el-Mevsılî, a.g.e, V, 97).

Avliye meselesine örnekler: Vefat eden bir kadının mirasçı olarak; kocası anası ve iki tane öz kız kardeşi bulunsa miras hisseleri ve taksimi şöyle olur. Koca ikide bir; ana altıda bir; iki kız kardeş birlikte üçte iki hisse alırlar. Bu meselede ortak payda 6 hisseler toplamı ise 8 olur. 6 ortak payda ile 8 hisseyi vermek matematik bakımından mümkün olmadığından, hisseler 8 üzerinden verilir.

Başka bir örnek 1/2 1/6 2/3 1/3

__________________________

2 kız 2 kız

Koca Ana kardeş kardeş 6

(bababir) (anabir)

3 2+2 1+1 10 Avli

Burada hisseler toplamı:

1/2+1/6+2/3+1/3=10/6 olur.

10 mahrec (ortak payda) kabul edilerek, koca 3, ana 1, baba bir kız kardeş 2, anabir kız kardeş 1 hisse almışlardır.

Avliye usulü ile, miras vârislere taksim edilince muayyen hisselerinde belli ölçüde azalma meydana gelir. Böylece miras kalan mal bütün hisseleri karşılamadığı halde hepsinin mirasçı olması sağlanır.


AVRET KONUSUNDA DIĞER MEZHEPLERDEN YARARLANILABİLİR Mİ​

Avret konusunda diğer mezheplerden yararlanılabilir mi? Açılma konusunda dört mezhebin dışındaki mezheplerde farklı görüş var mıdır? (Sia ve Zâhiriyye gibi)

Avretin sınırları konusu naslarla sabit olduğu için, dört mezhebin dışındaki mezheplerde de durum aşağı yukarı aynıdır.

Zâhiriyye mezhebi'nde, yabancı erkeğe karşı kadının elleri ve yüzü müstesna, bütün bedeni avrettir. Zira Allah fercin hıfzını farz kıldığı gibi, bunun yanıbaşında gözü korumayı da farz kılmıştır. Bu hüküm ‚âmm'dir. Ancak sahih bir nas ile tahsis edilebilir. Bu nas da sadece, evlenme kasdıyla bakıldığında elleri ve yüzü istisna etmiştir. Ancak, kadının mahremi olan erkeklere, kadınlara ve erkeğin de erkeklere karşı avreti sadece ön ve arkadan ibarettir.

Zeydiyye mezhebinde kadının yabancıya karşı eli ve yüzü dahil her yeri avrettir. Kadının şehvet duyabilecek yaşa gelmiş çocuklardan dahî örtünmesi farzdır.

Ibâdiyye'de ise, yabancı kadının el ve yüzü dışındaki yerlerine bakmak, haramlığından öte, abdesti dahî bozar. (Mevsû'atü'l-Fıkhı'l-Islâmî, NI/121-130 (Ecnebi Md.))

Ancak, şahsen ehl-i sünnetin, bu konuda başka mezheplerden görüş arayacak kadar zarûret içerisinde olduğu kanaatinde değilim. Asr-ı Saâdet'ten bugüne, ne kadın ve erkeğin tabiatlarında, ne de ihtiyaçlarında bir değişiklik olmuştur. Cihanşumul ve ahkâmı kıyâmete dek sürecek olan bir dinin orta yolu olan ehl-i sünnet mezheplerinin çaresiz kaldığı, ya da görüşlerinin geçerliliğinin sona erdiği bir mesele düşünülemez. Binaenaleyh, ortada bir zarûret meselesi yoktur ki, başka türlü bir çâre aransın. Aksi halde bu çığırın da sınırını tayin zor olur. O taktirde birisi çıkıp pekâlâ şöyle diyebilir: Iki hafta önce bir gazetenin verdiği habere göre, Türkiye'de 338 bin hayat kadını icra'yı faaliyet etmektedir. Bu durum büyük bir zarûret halini almış ve umumî bir belâ oluşturmuştur. Binaenaleyh bunca kadını bu işten vazgeçiremeyeceğimize göre, Şîa mezhebindeki mut'a nikahını tatbik etmek suretiyle, bu kadınları ve bunun birkaç katı erkeği zina etmekten kurtarmış oluruz. Bu nasıl hiç bir akıllının kabul edemeyeceği bir yolsa, diğeri de aynıdır.
 
AVRETE BAKAN GÖZ​

Harama ve özellikle de karşı cinsten görmemesi gereken uzuvlara, yani "avrete" bakmanın ne kötü bir günah olduğunu bildiren bir çok âyet-i kerime ve hadîs-i serîfler vardır. Tek cümle ile, hadîsi kutsi de buyurulduğu gibi, "bakma, şeytanın zehirli oklarından bir oktur." Ancak yaklaşık olarak sizin verdiğiz mânâda bir söz (hadîs) fıkıh kitaplarında zikredilirse de müdekkik âlimlerce aslı bulunamamıştır. Hidâye dahil, fıkıh kitaplarının "Haram-helâl" bölümlerinde zikredilen şekliyle meali şöyle dir: "Kim yabancı bir kadının güzelliklerine şehvetle bakarsa Kıyamet günü gözlerine eritilmiş kurşun dökülecektir." Bakabıldiğimiz kadarı ile bu anlamda bir hadîs meşhur hadîs kaynaklarında olmadığı gibi, Ibn Kesîr'in Mecma'uzzevâid'i ve el-Hindî'nin Kenzü'1-Ummâl'i gibi müracaat kitaplarında da yoktur. Ibn Hacer ed-Dirâye'sinde bunu bulamadığını söyler.(Ibn Hacer, ed-Diraye I/225)

Zeyla'î "gariptir" der.(Zeylâî Nasbu'r-râye) Ancak "garib"i hadîs istilahındaki meşhur mânâsı ile değil "bulunamamıştır" gibi bir anlamda kullanır. Her ikisi de bunun değil de buna benzer bir hadîsin var olduğundan söz ederler. "Istemedikleri halde bir topluluğa kulak verip dinleyenin kulağına Kıyamet günü eritilmiş kurşun dökülecektir." anlamındaki o hadîs meşhur kaynaklarda vardır ve sahîhtir.(bk. Buhari, ta'bir 45; Ebu Davud, edeb 88; Tirmizi, libas 19 vb.) Ibnü'1-Esîr de meşhur hadîs lugatinda, sadece ikinci hadîse işaret etmektedir.(Ibnü'I-esîr, en-Nihâye I/77) Buna göre muhtemelen kulak için vârid olan tehdit bir kelime değiştirmekle yanlışlıkla göz için de kullanılmıştır. Ya da hadîs kitaplarına geçmemekle beraber fıkıhçılar kanalı ile nakledilegelmiştir. Her halükârda hadîsçilerin bu söze verdikleri not "aslı yoktur" şeklindedir. Yani hadîs olduğunu gösteren bir senedi bulunamamıştır, demektir.​
 
Avrete Bakmanın Etkisi

Kadının kadına ve erkeğin erkeğe gösteremeyeceği yerlerinin göbekle dizkapağı arası olduğunu biliyoruz. BuraIarın isteyerek gösterilmesi halinde kırk günlük sevabın boşa gitmesi diye bir şey var mıdır?

Insan ruh ve beden ikilisinden oluşan bir varlıktır. Beden nasıl helâl ve faydalı gıdalara muhtaç ise, zararlı ve zehirli gıdalardan korunması gerekiyor ve korunmadığı takdirde kötü yönde ve bazan uzun süreli etkileniyorsa ruh da öyledir. Gıdası olan ibâdetler ve zikirle beslenmeli, maddî ve manevî haramlardan korunmalıdır. Korunmadığı takdirde, haramın derecesine göre ruh ondan etkilenecek ve insanın manevî mekanızması(letaifi, manevi alıcıları) bozan bir tel kopmakla, bazan arap saçına dönmekle, bazan da (Allah korusun) tamiri mümkün olmayacak biçimde parçâ parça hale gelmekle zarar görecektir. İşte her günahın insanın manevi dünyasında üç gün, beş gün, kırk gün; ömür boyu sürecek bir izi olur, sevabı da o nisbette azalır. Meseleyi -Allahu a'lem- böyle anlamak gerekir. Yoksa göbekle dizkapağı arasını gösteremeyeceği insana gösterenin bütün amelleri boşa gider; hiç bir hayrı kalmaz diye anlamamalıdır: Bir lokma haramın ibâdetler üzerinde kırk gün kötü tesiri vardır, mealindeki hadisde bize bu noktada ışık tutar.
 
AVRETLE İLGİLİ BAZI TERİMLER​

"Zinet"

"Zinet"; ister doğuştan olsun, ister yapma olsun, insanın başkalarının gözünde süsleyen ve güzelleştiren şeylerdir. Avret ve örtü kurallarını belirleyen ayet-i kerime (en-Nûr, 24/31 ) iki kez kadınların zinetinden sözetmekte ve birincisinde: "Kendiliğinden açılanı müstesna, zinetlerini açıga vurmasınlar.", ikincide ise bu istisna zikredilmeksizin "Zînetlerini ....den başkalarına açmasınlar" denmekte ve kadınların mahremleri sayılmaktadır. İşte fıkıhçılar bu ikilemden hareketle kadınların, herkesin görebileceği "kendiliğinden açılan" bir "dış zinetleri" bir de sadece ayette sayılan mahremlerine gösterebilecekleri "iç zinetleri" bulunduğunu söylemişler ve herkesin görebileceği dış zînetin ne olduğu konusunda biraz değişik yorumlarda bulunmuşlardır.

Bu "dış zîneti", çoklarına ve bu meyandan Hanefilere göre eller ve yüzden ibarettir. Çünkü kadının tabiilik ve zorunluluk dolayısıyla kendiliğinden açılan yerleri buralardır. Namazda avreti örtmenin farz olduğu herkesin malumudur. Eller ve yüz açıkken namazın caiz olduğunu da herkes bilir. Öyleyse dış zinet'ten maksat buralar olmalıdır: Aslında zinet buralara takılan süslerdir, ancak zinetin kendisi kastedilmeyeceğine göre - çünkü vitrindeki zinetlere bakmanın haram olduğunu kimse söylememiştir-kastedilen onun kullanıldığı yerolacaktır.

Diğer bazılarına göre ise, açılmasına müsaade edilen dış zinet, ayette kullanılan "zahara" fiilinin özelliği gereği, kendiliğinden açılan zinettir ki, bunun, kapatma imkânı olduğu için kendiliğinden açılması söz konusu olmayan eller ve yüz olması mümkün değildir. Bu, kadının iradesi dışında rüzgar v.s. ile açılan zineti olmalıdır. Söz konusu ayette zinetin ikinci zikredilişinde bu istisnanın olmaması da bunu gösterir. Yahut da bu; zaten kapatma imkânı olmayan dış elbiseden ibarettir. (Bu konudaki değişik görüşler için bk: Alûsî, XVNI/141,142; Cessâs, V/l72; Kurtubi,VN/229; Suyûti, el-Iklil,192.)​
 
"Teberrüc"

Kur'an-ı Kerim'de avret ve mahremlikle ilgili yasaklardan birisi olan teberrüc (bak el-Ahzab 33/32) nedir?

Kelime olarak "Teberrüc" zuhûr ve inkisafa delalet eder.

Şer'î istilahta kazandığı mânâ ise, ZeMahşeri'nin izahına göre, kadının zinetlerini erkeklere açması ve güzelliklerini göstermek amacıyla açılmasıdır. (ez-ZeMahşeri,Kessâf, NI/230.) Yani kadının güzel görünmek için yaptığı her şey teberrüctür ve yabancıya karşı yapılması haramdır. Kadın yaşlı bile olsa durum aynıdır. Zira gerçekten çok ileri yaşlarda bile kadınlar, çeşitli makyaj malzemeleri sebebi ile câzip görünebilmekte ve şehvetin uyanmasına sebep olabilmektedirler.

Kurtubî: "Kadının vücudunun şeklini belirten ince iki elbise giymesi de "Teberrüc" cümlesindendir. "Zira Allah Resulü böylelerini, giyen çıplaklar olarak vasıf lamıştır" der.

Ibnü'1-Arabî: "Giyıli olarak sayılmaları, üzerlerinde, elbise bulunduğundan, çıplak olarak nitelenmeleri ise, elbiselerinin ince olup içlerini belli etmelerinden ve çekici yönlerini belirtmelerindendir" der. (Kurtubî, NI/3l0.)

Ya da giyili olmaları, elbiseli olmalarını, çıplak sayılmaları da takvâdan soyulmuş olmalarını gösterir. Zira Allah, "Takvâ elbisesi daha hayırlıdır" buyurur. (Sâbûnî,Revâi, N/2l7)

Katâde ve Ibn Ebi Nacîh: Kadınlann kırıtarak, kırıla-döküle nâzu neşve yapmaları;

Mukâtil: Kadının başörtüsünü bağlamadan başına koyması, böylece gerdanlığının, küpelerinin ve boynunun açılması;

el-Müberrid; kadının örtmesi gereken güzelliklerini göstermesi "teberrüc"dür, derler. (Alûsî, XN/88.)
 
"Ulü'l-irbe"

Kadının mahremine açabileceği, zînetini gösterebileceği sınıflardan birisi olarak sayılan "Ulü'1-Irbe", saf ve aptal olup, kadının dünyasından birşeyler bilmeyen, bedenî iktidarsızlıklardan, aklî zaaflarından ve fakr ve meskenetlerinden ötürü, kadınlara karşı bir meyıl ve arzuları olmayan kimselerdir.

Ibn Abbas, "Aptal olan ve kadına ihtiyaç duymayandır."

Mücâhid, "Karnından başka derdi olmayan ve kadınlardan bir şey bilmeyen eblehlerdir." diyorlar.​
 
"Avreti bilmeyen çocuklar"

Kadının zînetini gösterebileceği sınıflardan biri de "Kadınların avretlerine muttalî olmayan çocuklardır." Bunun sınırı için bazıları, şehvet sınırına ulaşmayanlardır, demiştir. Ayrıca, neyin avret olduğunu neyin olmadığını bilmeyenlerdir, denmiştir ki bu doğruya daha yakındır. Kadının vücûdu; hareketleri ve durusları, kendisinde hiç bir arzu uyandırmayan çocuklardır, diyenler de vardır.

Ancak ayette yaş sınırı belirtilmemesi ve sadece, "Kadınların avretlerine muttali olmayanlar" denmesi zamana ve mekâna göre bu yaşın değişik tutulmasına müsâit olmalıdır.



HUKUK FAKÜLTESİNDE TAHSİL YAPIP AVUKAT VEYA HAKİMLİK YAPMAK CAİZ MİDİR? BU DÜZENE GÖRE KARARLAR VERMEK İNSANI KÜFRE DÜŞÜRÜR MÜ?​


Öncelikle Allah'a ve O'nun indirdiklerine icmalen de olsa, inanan, bunu kalbi ile tasdik dili ile iksar eden mü'mindir. Bu hal üzere devam ettikçe mümin olmaya da devam eder ve Ehli sünnet inancına göre gûnahlar insanı kâfir yapmazlar. Her günahta küfre açılan bir kapının olması ise ayrı bir konudur. Birinci olarak bu meselenin iyi kavranılması gerekir.

Ikinci olarak herhangi bir ilmin mücelled öğrenilmesi de insanı kâfir yapmaz. Bu konuda herhalde en tehlikeli ilim sihirdir, onunda insanı küfre ***ürmesi, sırf öğrenilmesi sebebiyle değildir. Bunu da böyle belirledikten sonra :

Ileriye dönük, fayda ve zararlarını bir tarafa bırakarak günümüzde Hukuk Fakülteleri gibi okullarda okumak, fıkhın yorumsuz hükmüyle caizdir. Ondan sonrası gayeye göre değişir. Mutlak adaleti tamamen ya da kısmen uygulamak, zulmü alabildiğince azaltmak, haksızlığa ugrayanları savunmak, korumak, kollamak... gayesiyle okunması bir görev ve bir ibadet olur. Aksi olan iki ihtimale göre fisk da olabilir, küfür de olabilir.

Bu okullarda okununca mezun olunacak ve bu istikamette görev alınacaktır. Hakim olunması halinde durum yine aynıdır. Binaenalyh "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirdir" (K. Mâide 5, 44) mealindeki ayetin hükmü bunlar için kayıtsız şartsız geçerli değildir. Yani bir takım kayıtlar ve itibarlar söz konusudur

1.Önce bu insanlara "hakim" denmesi mecazendir. Bunlar gerçek anlamda hâkim değillerdir. Gerçek anlamdaki hakîmler tarafından belirlenmiş bir hükmü uygulama durumundadırlar. Söz konusu hüküm eğer "mutlak adalet"e aykırı ise ve hakimin takdir hakkıda yoksa onu kerhen uygulayacak ve gerçek adaleti uygulama fırsatı bulduğu yerlerde de zûlmü, yani gerçek adaletin hilafina verilmiş hükümleri olabildiğince azaltmış olacaktır. Bu ise küfür değil, zulmü hafifletme ve hüküm ifadesiyle "ehven-i şerreyni ihtiyar etme"dir. Ancak mutlak haysi uygulamaya imkânı olduğu hengamda şerri ihtiyar eder ve onun güzelliğine inanırsa kâfir olmuş olur.

2.Yukarıda belirttiğimiz şekilde iman eden ve bu imanında berdevam olan bir insanın, imansızlık dışında yapacağı en büyük isyan dahi küfür olmaz, olsa olsa büyük günah olur. Binaenaleyh, Allah'ın koyduğu ahkâmın doğruluguna inanarak bir insanın Saddam'ın, Hitler'in, Lenin'in, Haccac'ın hükümlerini uygulaması bile küfür değildir. Belki sadısttir, katmerli zalımdir. Hiçbir iyi niyeti olmadan bu mesleği seçenler için en fazla böyle denebilir.

3.Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri hiçbir kayıt ve itibara tabi tutmadan kâfir ilan edecek olursak, bu yargıdan faraza bir Islâm ülkesindeki müslüman hakimler dahi kurtulamazlar: Zira her konuda Allah'ın açık hükmünü bulamayacaklar, çoğu yerde takdir ve ictihatlarını kullanacaklar ve bunların bir kısmında da isabet edemeyebileceklerdir. Böyle bir durumda Allah'ın hükmüyle hükmettiklerini söyleyemeyeceğimize göre kâfir olduklarını söyleyeceğiz ? Asla.

4.Öyleyse özellikle Hukuk Fakültelerinde okumak, bunu yaparken de zûlmü adım adım izole etmeyi, mutlak adaleti yerleştirmeyi, mağduriyetleri önlemeyi hedeflemelidir. Bu niyetle bu tahsilin dahi ibadet olacağına inanıyoruz. Evet bataklığa girip çamurlanmamak mümkün değildir. Ama çamursuz bir ortama geçebilmek için bataklıga girmekten başka çare yoksa ne yapılır?

Savcı ve noterlerin durumu hakimlerden daha tehlikeli değildir. Yeter ki, niyyet iyi tutulsun ve zûlme bulaşmamak için azami gayret gösterilsin. Avukatlığa gelince: Bu bir bakıma daha avantajlıdır, bir bakıma da daha tehlikelidir. Çünkü avukatları, açık haksızlık ve zulum olan bir davayı savunmaya zorlayan bir güç yoktur. Bu olsa olsa para kazanma ihtirası olur. O da onu böyle bir zûlüm yapmaktan kurtaramaz. "Hainlere müdafaa vekili olma. avukatlık etme" (Nisa (4) 105) anlamındaki ayet bunu açıkça yasaklar. (Konu ile ilgili olarak yaptığımız açıklamalar yukarıda söz konusu edilen ayetin tehirlerinde de görülebilir. Örnek olarak bk. Kurtubî VI/190​
 
ÂDET GÖRME​

Genel Olarak Âdet

(Bu başlık altında âdetle ilgili meseleleri bir problemi çözer biçimde, oldukça karmaşık olarak anlatmak zorunda olduğumuzdan, konunun sonuna âdeti kısa ve öz olarak anlatan bir özet ekleyecegiz. Bu konuda kısa ve genel bilgi edinmek isteyenler, öncelikle orayı okumalı, orası ile halledemedikleri problemleri çıktığında, burada ilgili bölüme bakmalıdırlar. Aynı şey lohusalık ve hastalık kanı için de söz konusudur.)

1- Âdet görme, yani hayız, kadının özelliklerinden ve onu erkekten ayıran yönlerinden biridir. Âdet, anormal ve çirkin bir olay değil, normal ve kadının fıtratının, yani yaratılışının gereği olan doğal bir olaydır. Âdet görme, kadının sihhatli ve normal olduğunu gösterir.

2- Islâm bu konuda da aşırılıklardan uzak bir orta yolu öğretir: Cahiliyyet dönemindeki Araplar âdetli kadınlara arkadan cima ederlerdi. Hiristiyanlar âdetli kadınlara, bu hallerinde iken önden cima ederlerdi. Yahudilerle Mecusîler ise, tam tersine, âdetli kadından son derece uzak kalır, hattâ âdetleri bittikten sonra bir hafta daha onlarla bir arada bulunmazlar, onlarla beraber yemezler, içmezler ve oturmazlardı ve kitaplanndaki emrin bu olduğunu söylerlerdi. (Müslim, hayz 16; Ebû Dâvûd, tahâret 103.) Ilk ikisi temizlige dikkat etmeme ve sihhat bozucu bir davranış, diğeri de kadınları küçük düşürücü ve dışlayıcı bir uygulama idi.

3- Islâm geldi, "hayız, eziyet verici bir haldır, dolayısı ile hayızlı iken kadınla cima etmeyin..." (Bakara (2) 222.) âyeti gönderildi. Hiç mi yaklaşmayacağız diye soranlara, bunu Yahudilerden etkilenerek sormuş olabilecekleri için, Peygamber Efendimiz; "her şeyi yapın fakat cima etmeyin" (Müslim, hayz,16; Nesâî, taharet 180; Ibn Mâce, taharet 124; Darimî, vudû 117.) buyurarak, kadının âdetli iken kirli bir çaput gibi bir kenara atılamayacağını öğretti. Çünkü âdetlilik, pislik demek değildi. Kur'ân ondan "pisliktir" diye değil, "eziyettir" diye söz etti. Yani âdetli iken kadınla cima, hem erkek için, hem de kadın için bir eziyettir ve sağlıga zararlıdır.

4- Peygamberimiz bunu, uygulayarak da öğretti: O, annelerimiz olan hanımları âdetli iken göbekle dizkapağı arasını bir peştemal(izar) ile örtmesini söyler ve geri kalan yerlerinden yararlanır, okşar ve ilgilenirdi. (Buharî, hayz 5; taharet 175; Darimî, taharet 108; Muvatta, taharet 102) Bunu elbette kendisi cinsel tatmin aramak için yapmazdı. Çünkü hanımlarının hepsi bir anda âdetli olmayacağına göre cinsel ihtiyacağı âdetli olmayan hanımlarıyla normal yoldan giderebilirdi.

Durum bu iken böyle davranmasının iki önemli nedeni vardı:

a). Bunu yapmakla, bu konudaki batıl inançları yıkmış ve bunun caiz olduğunu bildirmiş oluyordu.

b). Âdetli iken bedensel ve psikolojik rahatsızlık duyan kadını, itilmişlik ve yalnızlık duygusundan kurtarmış ve ona eskisi gibi insan olmakta devam ettiğini göstermiş oluyordu.

Çünkü Peygamberimizin bütün hanımları âdetli iken kendilerine böyle davranıldığını haber vermişlerdir. (bk. Müslim, hayz 3.)

Bunu bir de onların, görüşüp konuştukları her kadına bunun normal ve caiz olduğunu anlatmaları ve yaygınlasması için yapıyordu.

5- Islâm'da âdetli kadının pis olan yönü sadece kanıdır. Nitekim erkeğin de idrarı ve dışkısı pistir. Âdetli kadınla cima dışında herşey yapılır. Onun teri ve tükrügü pis değildir, onunla kucaklasılir, öpülür, beraberce yemek yenir. Hattâ artığı yenilebilir.

6- Aişe Annemiz: "Allah Rasulü söylerdi ve ben âdetli iken onun başını yıkardım. Ben âdetli iken kucağıma yaslanır Kur'ân okurdu". (Buharî, hayz 2, 3; Müslim, hayz 15; Nesâî, taharet 173,174;Müsned V/400, VI/68,117,135,148.) Âdetli iken kemikli haşlamanın etini ısırırdım ona verirdim, alır ve benim ısırdığım yerden ısırırdı. Âdetli iken su içtiğim kabı ona verirdim, alırdı ve ağzını, benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi" (Müslim, hayz 14; Izahi için bk. Davudoğlu N/990-91; Ebû Dâvûd, tahâret 103.) demiştir.

7- Âdet görme, Allah'ın bir kanunudur. O, âdetli kadının namaz ve orucunu da bırakmasını emretmiştir. Kadın nasıl namaz kılma ve oruç tutma emrini yerine getirirken sevap kazanırsa, âdetli zamanında yine emre uyarak namaz kılmamak ve oruç tutmamakla da sevap kazanır.

8- Fıkıh kitaplarımızın hemen hemen hepsinde âdetin, en zor meselelerden biri olduğu söylenir. Çünkü gerek âdetin başlangıç ve bitim zamanlarının hesabı, gerek âdet kanının özellikleri ve gerekse âdetli iken yapılabilen ve yapılamayan şeyler, yani, âdeti ilgilendiren gusül, namaz, Kur-ân okumak, oruç, itikâf hacc, cinsel ilişki boşama, iddet, istibra vb. meseleler kolaylıkla bilinebilecek şeyler değildir. Dini titizligi ve gayreti olanlar dışında bu konuyu çok az kimse bilebilir ve Allah'ın arzusuna uygun olarak yaşama derdi olmayan zayıf imanli kimseler bu konuda çok büyük hatalar yaparlar ve bünyelerine de, dinlerine de, eslerine de zarar verirler. Bu yüzden özellikle kadınların bu konuyu çok iyi bilmeleri gerekir. Erkekler de evin reisi ve kadının "kayyum"u olmaları bakımından bundan aynı derecede sorumludurlar.​
 

Âdetin Tanımı

9- Âdet: Hamile olmayan, ergin kadının rahminden (döl yatağından), lohusalık ya, da kan akmasına sebep olan bir hastalıktan ötürü değil de ergin kadınlık gereği, belli sürelerle gelen kandır.

Bu, âdeti bir kan ya da olay görmemiz halinde yapacağımız tariftir.

10- Âdetli olmayı değişik bir durum ve yeni bir hal olarak düşünürsek âdeti; sözü edilen kan sebebi ile ortaya çıkan şer'î bir engeldir, diye tarif ederiz.

Yani birinci tarif, âdet kanının pis bir madde olmasına, ikinci tarif de sebep olduğu hades (hükmî pislik, yani abdestsızlık ve gusülsüzlük) haline göredir.

11- Âdet dediğimiz "hayz" in sözlük anlamı "akmak" tir.

12- Hayız karşılığı olarak dilimizde kullanılan en yaygın kelime "Âdet"tir. "Aybaşı", "kirlilik", "namazsızlık", "ay hali" gibi kelimeler de aynı anlamda kullanılır.​
 
ÂDET KANININ ÖZELLİKLERİ:

Rengi ve Kokusu

"Ümitsızlık" yaşına varmayanlarda saf beyaz akıntı dışında gelen kırmızı, siyah, hakî, bulanık, saman ya dadişsarısi, hatta yeşil gibi her renk âdet kanı olabilir. Ümitsızlık yaşına varanlarda ise âdet kanının rengi sadece koyu kırmızı ya da siyahimsidir. Dolayısı ile ellibeş yaşınıgeçenlerden gelen ve bu iki rengin dışında olan her akıntı âdet değil, hastalık kanıdır.

Kanın rengi konusunda, ilk çıktığı ve bezde belirdigi zamana itibar edilir. Çünkü o anda tazedir ve asıl rengindedir. Kuruduktan sonraki rengine itibar edilmez. Çünkü kuruyunca rengi değişebilir.

Âdet kanının kokusu ağır ve rahatsız edicidir. Hastalıktan dolayı gelen kan ise kokusuzdur​
 
Âdet Kanının Ilk Çıkışı (Sübûtü)

Ilk âdetini gören ya da ilk doğumunu yapan kadının âdeti ve lohusalığı ile ilgili hükümler değişiktir ve bu durumdaki kadına "mübtedie" yani, yeni başlayan, ilk âdet gören denir.

Âdetin ilk başlama yaşı dokuz yaştır.

Yeni başlayan kadının âdet zamanı gördüğü her kan, üç günden az on günden çok olmadıkça, âdet kanı, doğumunda gördüğü her kan da, kırk günü geçmedikçe lohusalık kanıdır.

Ilk başlayan kadın bir saat (bir süre anlamında) kan görüp arkasından ondört gün temiz kalsa, onun ardından da yine bir süre kan görse ilk on günü âdet sayılır ve bununla ergin olduğuna hükmedilir. Çünkü bu iki kan arasındaki temizlik, onbeş günden az olduğu için anormal bir temizliktir. On günün bitiminde; temizlik halinde de olsa, yıkanır. Ramazan ise, bu on günde tutmadığı oruçlarını kaza eder.

Bu örnekte görüldüğü gibi, yeni başlayanın âdeti temizlikle başlayamaz ama, temizlikle sona erebilir.

Dokuz yaşını tamamlayan kız ilk defa gördüğü kandan dolayı namazını ve orucunu bırakır, evli ise karıkoca ilişkisinde bulunmaz. Kan üç gün tamamlanmadan kesilir ve onbeş gün dolmadan bir daha akmazsa, âdet kanı değil özür kanı olduğu anlaşılır ve bıraktığı oruç ve namazlarını kaza eder. Fakat Imam Muhammed'den nakledilen bir görüşe göre bu durumda olan kadının gelen bu ilk kanın üç gün devam etmedikçe âdet kanı olduğu kesinlesmez, sahibi de namazı bırakamaz ve orucu erteleyemez. Aricak birinci görüş daha sağlamdir. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân'da âdeti "ezâ" diye nitelemiştir (2/222) Kanın çıkmasıyla bu nitelik gerçekleşmiş ve âdet kabul edilmesinin sebebi oluşmustur.(Bu konuda Malıkîlerin de güzel bir değerlendirmesi vardır: Dokuz yaşına girmemiş bir kızdan gelen kan bir illet kanıdır. Dokuz ile oniki yaş arasında bulunan bir kızdan gelen kan, bilen kadınlara ya da doktara gösterilir, kesinlikle âdettir derlerse ya da şüphelenilirse bir illet kanı sayılır. Onüç yaşına gelen bir kadından elli yaşına kadar gelen kan ise mutlaka âdettir. Elli yaşını geçmiş bir kadından yetmiş yaşına kadar gelen kan da yine bilir kadınlara ya da doktora gösterilir. Yetmiş yaşına ulaşmış bir kadından gelen kan ise kesinlikle özür kanıdır.Şâfiîlere göre âdetten kesilmede belirli bir yaşı yoktur. Hanbelîlere göre ise elli yaş âdetten kesilme yaşıdır.)

Âdetin başlaması kanın yuvarlak olan iç ferçte (kadının cinsel organı) belirip, uzunca olan dış ferce geçmeşiyle ya da sadece iç dudaklann ucuna kadar gelmesiyledir. Akşamdan bez ya da pamuk koyup, sabahleyin bezinde ya da pamuğunda kan gören kadının âdeti, kanı gördüğü andan itibaren başlar. Çünkü "olaylan en yakın zamanına bağlamak" bir kuraldır. Pamuğu koyduğu andan itibaren başlar diyenler de vardır.Tersine; âdetli bir kadın, kullandığı bezi sonradan temiz görse, temizliği bezi koyduğu andan itibaren başlamış sayılır.

Âdetin sona erdiği yaş ise ellibeştir. Bu yaşa "iyâs" yani "ümitsizlik" yaşı denir ki, kadın artık hamile kalma ümidini yitirmiş demektir.

Çok nadır olsa bile kadın ellibeş yaşını geçtikten sonra da âdet görebilir. Meselâ bu yaştan sonra gelen kan koyu kırmızı ya da siyah ise âdet kanıdır, değil ise hastalık kanıdır, âdet değildir.

Ellibeş yaş ender durumlar dışında, kadının âdetten kesilmeşinin son yaşıdır. Âdetten kesilmeye başlamanın ilk yaşı ise kırkbeştir.

Burada ve diğer dinî konularda yaş hesaplamasında Güneş Yılına değil Ay Yılı'na itibar edilir.

Âdetin Ölçüsü (En Azı ve En Çoğu)

Âdetin en az süresi üç tam gün, yani yetmiş iki saattır. Ebu Yusuf'a göre iki tam gün ve üçüncü günün de yarıdan çoğu âdetin en azıdır.

Buna göre meselâ pazar günü güneş doğarken bir süre kan görse, arkasından da çarsamba günü şafak sökümüne kadar kan kesilse ve aynı gün güneş doğmadan az önce tekrar kan görse ve güneşin doğumunda kesilse, ya da ikinci doğuşa kadar sürse, bu kan âdet kanıdır. Çünkü yetmiş iki saatlık ölçü (nisab) tamamlanmıştır. Kanın bu ölçünün iki ucunda görülmesi yeterlidir, bu ölçü süresince devam etmesi şart değildir. Arada bir gelmesi, âdet olması için yeterlidir.Yine bu maddeye ve bu örneğe göre kan yetmişıkı saat dolmadan az önce kesilse, arkasından onbeş tam gün temiz kalsa bu kan âdet kanı değildir, çünkü ölçü (nisab) dolmadan normal bir temizlik süresi geçmiştir. Böyle bir temizlik süresinden sonra gelecek kan önceki ile beraber hesaplanamayacaktır.

Fakat kanın kesilmesinden sonra onbeş tam gün dolmadan, meselâ onuncu ya da daha önceki bir gün tekrar kan görse, hepsi âdet kanı olmuş olur. Eğer on günden sonra, onbeş günden önce görecek olsa, düzgün âdeti bulunması halinde âdet günleri kadarı, bulunmaması halinde ise on günü âdet kanı sayılır. Çünkü, ileride de geleceği gibi, âdetin en çoğu on gündür ve âdet günleri içerisinde kanın sürekli gelmesi şart değildir, yani eksik temizlik de kesintisiz kan sayılır.(Imam Şafii ve Ahmed'e göre âdetin en azı bir gün ve bir gece, en çoğu ise onbeş gündür. Imam Malık'e göre ise azı ve çoğu için bir sınır yoktur. Bu görüşlerin de dayandıkları şer'i deliller mevcuttur).

Âdetin en çok süresi on tam gün, yani, ikiyüzkırk saattır. Ancak kadın fetva sorduğu müftüye onbirinci günde temizlendığını bildirse fetva verecek olan, bir kaç saati hesaba katmayıp ona on gün âdet gördüğünü söyler. Âdetin en azı dışında hep böyle davranılıp, yeni güne geçmiş birkaç saat hesaba katılmaz. Ta ki, kadınların bu durumu zor bir problem haline gelmesin.

Bu maddeye göre üç günden az ve on günden fazla gelen kan âdet kanı değil, hastalık kanıdır.
 
ÂDET GÜNLERİNDE DEĞİŞME (INTİKAL)

Âdet günlerindeki değişme, yani "intikal", âdet meseleşinin en önemli noktasıni oluştuiur. Dolayısı ile bu konuda özellikle kadınların çok dikkatli olması gerektir.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Her ayın belli gününde başlar ve belli gün kadar sürer. Böyle olan kadınlar için âdet hesapları konusunda bir zorluk yoktur. Böyle bir kadına, âdeti belli, anlamında "mu'tâde" denir.

Ancak yaş ve sağlık durumundaki değişmeler, iklim şartları ve doğum gibi bazı olaylar yüzünden çoğu kadınların âdet günlerinde oynama, artma, ya da eksilme olabilir. Bu olaya "intikal" denir.

Düzenli âdeti olan, meselâ her ayın belli gününden başlamak üzere belli gün âdet gören bir kadın, arada bir her nasılsa, yine âdet gününden başlamak üzere on günü aşkınken görse, âdetine itibar eder, sadece on günü aşan günlerde değil, âdet günlerini aşanlarda da temiz sayılır. Kan geldiği için terkettiği ibâdetlerini kaza eder.

Düzenli âdetin değişmesi (intikal), âdet gördüğü gün sayısında olabileceği gibi, başlama zamanında da olabilir. Buna göre değişmede (intikalde) su ihtimaller söz konusu olur.

Âdetin zıddına gelen kan, on günü ya aşar veya aşmaz.

Aşması halinde kan gördüğü bu on günü aşkın günler içerisinde önceki düzenli âdetinin günlerine rastlayan en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç gün bulunur ya da bulunmaz.

Bulunması halinde, bu bulunan günler âdet günlerine ya eşittir veya değildir.

Âdetin zıddına gelen bu kan on günü geçmemesi halinde de ya tam on gün olur ya da daha az olur.

Söz konusu kan on günü aşar ve içerisinde önceki düzenli âdetinin bulunması gereken günlerden en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç tam gün kadarı bulunmazsa âdet, zaman olarak değişmiştir ancak sayı aynıdır.

Açıklaması: Adeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, ayın âdet görmesi gereken bu ilk beş gününde, ya da baştan üçünde temiz kalsa, sonra onbir gün kan görse, bu durumda bu onbir günün içerisinde ilk ihtimale göre âdetinden hiç bulunmamış ikinci ihtimale göre de sadece iki gün bulunmuştur. Dolayısı ile bu kadının âdeti, kan gördüğü günden başlamak üzere beş gündür, çünkü kan on günü aşmıştır, bu yüzden sayı olarak âdetine döner. Yani âdeti sayı bakımından değil de, zaman bakımından değişmiş (intikal etmiş) olur. Çünkü önceki âdet günleri temiz geçmiş, hattâ öncelerinde de kan görülmemiştir. Dolayısı ile âdet kabul edilmesi mümkün değildir.

On günü aşan bu kan içerisinde, önceki âdet günlerinin en az bir âdet ölçüsü (nisabi), yani üç gün bulunursa, sadece bu üç gün âdettir, geri kalan hastalık kanıdır.

Önceki âdet günlerinin tamamı bu on günü aşan kan içerisinde bulunursa, bu durumda âdet; gün sayısı olarak da zaman olarak da değişmemiş, nerede ise ve ne kadarsa öyle kalmış ve o miktardan fazlası hastalık kanı olmuş demektir.

Açıklaması: Âdeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, bir defasında henüz ayın biri olmadan beş gün kan görse, kan devam edip âdet günleri olan ayın ilk beş gününde de görüldükten sonra, fazladan da bir gün kan görse, toplam onbir gün eder. Esas âdet günleri de onların içerisindedir. Bu durumda önceki âdet günleri olan ayın ilk beş gününde gördüğü kan âdet kanı, önceden beş ve sonradan bir gün gördüğü kan ise hastalık kanıdır.

Yine bu on günü aşan kan içerisine önceki düzenli âdetinden bir âdetin en az ölçüsü rastlasa ve fakat bu rastlayan günler önceki âdet günlerine eşit olmasa, öncekinden az da olsa âdet bu ikinci sayıya geçmiş ve o, âdetin sayısı olmuştur:

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan bu kadın, ayın ilk iki gününde temiz kalsa, arkasından onbir gün kan görse, kan gördüğü günlerin ilk üçü, önceki âdetine rastladığı ve en az âdet ölçüsünü doldurduğu için âdeti sayılır. Bu durumda âdeti sayı olarak değişmiş zaman olarak değişmemiş ve beş günden üç güne intikal etmiş olur. Geri kalan sekiz gün ise hastalık kanıdır.

Kan gördüğü günlerin sayısı on günü geçmedikçe, düzenli âdeti kaç gün olursa olsun, hepsi âdettir.

Ancak bu kurala, arkasından tam bir temizlik süresi geçirirse, kaydını eklemek gerekir. Bir tam temizlik, yani onbeş gün geçmeden tekrar kan görürse yine âdetine döner fazlasını hastalık kanı sayar. Çünkü aralarında bir tam temizlik bulunmayan kan sürekli akmış sayılır.

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan örneğimizdeki kadın, ayın ilk günü kan görse, fakat kan beş gün değil, altı gün sürse altıncısıda âdet kanıdır. Aynı kadın ondört gün temiz kaldıktan sonra tekrar kan görse bu defa ilk âdetine döner ve o altıncı günü âdet değil, hastalık kanı sayar, ibâdetlerini kaza eder. Çünkü normal temizliğin en azı onbeş gündür.

Âdet bir seferle yerleşmiş ve sabitleşmiş olur.

Meselâ ilk defa âdet gören bir kız ilk âdetinde altı gün kan görse arkasından yirmidört gün temiz kalsa âdeti böylece yerleşmiş olur. Dolayısı ile sonraki aylar bir hastalık yüzünden kendisinden sürekli kan gelecek olsa âdetini ve temizlik günlerini önceden sabitleşen bu sayılara göre hesaplar.

Âdetin değişmesi, yani düzgün bir âdetin, sayıca ya da zamanca başka bir düzgün âdete dönüşmesi (intikal), peşpeşe iki âdetin aynı ölçüde ve önceki âdete zit olarak gelmesiyle olur.

Bu son iki maddeyi daha iyi anlayabilmek için şöylece örneklendirebiliriz:

Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın, bir ay yedi gün âdet görse bu yedinci gün hayız olmuş olur, ancak bir sonraki ayda da yedi gün âdet görmedikçe düzenli âdeti yedi güne çıkmış olmaz. Bu sözü edilen yedinci gün hayız olmuş olduktan sonra düzenli olup olmaması ne değiştirir? gibi bir soru akla gelebilir. Bunların farkı su örnekle anlaşılabilir: Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın bir ay yedi gün, onun arkasındaki ay ise onbir gün âdet görse, iki ay peşpeşe aynı sayıda âdet görmediği için düzenli âdeti yine altıdır ve ikinci ayda on günü aşacak gekilde kan gördüğüne göre, yedi günden fazlası değil altı günden fazlası, yani beş günü hastalık kanıdır: Fakat iki ay peşpeşe yedi gün sürmesi, düzgün âdetin yedi güne intikal ettiğini gösterir. Ondan sonraki ay, kanın onbir gün gelmesi halinde, beş değil de sadece dört günün âdet olmadığı anlaşılır. Ama sabit ve düzgün bir âdeti olmayan kadından gelen kan, önceki âdeti kaç gün olursa olsun, on günü geçmedikçe âdet sayılır. Meselâ bir ay altı, bir ay yedi, bir ay sekiz, bir ay dokuz, bir ay on gün âdet görse bunların hepsi âdettir: Ertesi ay onbir gün kan görse, on günü âdet bir günü hastalık kanı olmuş olur.

Kısaca âdet bir defa ile sabit ve yerleşmiş, iki defa ile değişmiş yani intikal etmiş olur.

Kanın Kesilmesi Durumu

Âdetin hakikaten ya da hükmen sona ermesi durumuna kanın kesilmesi adı verilir. Hakikaten sona ermesi kanın artık akmamasıyla, hükmen sona ermesi de âdette on günü Lohusalıkta da kırk günü geçmeşiyle olur. Yani en çok sınırı geçince kan kesilmese de kesildiğine hükmedilir. Bu yüzden bu her iki duruma da "kanın kesilmesi" tabirini kullanacağız.

Kanın kesilmesi, yani âdetin hakikaten yada hükmen sona ermesiyle, kadınla, yıkanmadan bile cinsel ilişkide bulunmak caiz olur. Ancak cinsel ilişkiyi yıkanmasından sonraya ertelemek müstehap (dinen güzel)'dir.

Kan kesildiği anda içinde bulunduğu farz namazın vaktinden bir başlangıç tekbiri alacak, yani "Allah" diyecek kadar zaman kalmışsa o namazı kaza etmesi gerekir.

Meselâ Ramazan'da şafak sökmeden biraz önce kan kesilecek olsa: O geceki yatsı namazını kaza eder, o günün orucunu ise edâ (vaktinde) olarak tutar.

Bütün bu konularda zamanın sonuna itibar edilir. Meselâ, vaktin son anında temizse o vaktin ibâdetini kaza edecek, değilse etmeyecektir.

Bu maddeye göre; vaktin sonunda bir başlangıç tekbiri alacak kadar süre kalmışken ergin olan çocuk ve müslüman olan kâfir o vaktin namazını kaza eder. Kendine gelen deli, ikameye niyyet eden yolcu ve yolculuğa niyyet eden mukim (yolcu olmayan) için de durum aynıdır.

Vaktin sonunda delirse ya da kadın âdet görse o vaktin farzı üzerlerinden düşer.

Düzgün âdeti olan bir kadından kan, en çok süresinden önce ve fakat düzgün âdeti sona erdikten sonra kesilse, yıkanma, ya da o mümkün değilse teyemmüm alma süresi de âdetinden sayılır ve yıkanmadan âdeti bitmiş ve temiz olmuş olmaz, kendisi ile cinsel ilişkide bulunulamaz.

Buna göre; bu durumdaki kadın, ancak yıkanabilecek ya da onun yerine teyemmüm alabilecek bir süre ile beraber bir başlangıçtekbiri de alabilecek kadar bir zamanına yetiştigi vaktin namazını kaza eder.

Bu durumdaki kadın yahudî ya da hiristiyan (yani kitabiyye) ise yıkanmadan da müslüman kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunabilir. Çünkü o yıkanma ile mükellef değildir.

Yıkanabilecek zaman içerisinde; su alıp gözden uzak bir yere çekilmek ve elbiselerini çıkarmak da hesaba katılır.

Âdeti bu şekilde sona eren bir kadın yıkanmadıkça ya da o mümkün değilse teyemmüm alıp namaz kılmadıkça, tam bir namaz vakti geçmeden kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunamaz. Ama yıkanırsa, ya da teyemmüm edecek bir durumda olur da teyemmüm alıp onunla bir namaz kılarsa hemen cinsel ilişkide bulunabilirler.

Bu maddeye göre; güneş doğmadan çok az yani yıkanmadıkça ve başlangıç tekbirine yetmeyecek kadar bir süre önce kan kesilse, yıkanmadan ya da imkân yoksa teyemmüm almadan ikindinin vakti girinceye kadar kocası kendisi ile cinsel ilişkide bulunamaz. Yatsıdan az önce kesilmesi halinde de aynı şartlarla sabahın vakti girinceye kadar cinsel ilişkide bulunamazlar.

Ancak âdetin ya da lohusalığın en çok süresi, yani âdette on gün, lohusalıkta kırk gün dolmuş ise hiçbir şey gerekmeden cinsel ilişkide bulunabilirler. Kırkinci maddede anlatılan duium, budur.

Düzenli âdeti olan da âdeti dolmadan, fakat üç gün tamamlandıktan sonra kanın kesilmesi halinde, yıkanır ibâdetlerini edâ eder, ancak düzenli âdet günleri tamamlanıncaya kadar ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz.

Meselâ: Düzenli âdeti on gün iken kan üç gün geldikten sonra kesilse kalan yedi gününde ibâdetlerini edâ eder; ancak ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz. Çünkü âdet günleri içerisinde kanın tekrar gelmesi kuvvetle muhtemeldir.

Lohusada da, düzenli bir âdeti olması, meselâ bir doğumunda kırk gün kan görmüş olması halinde durum aynıdır. Yani sonraki doğumda eğer otuzuncu gün kan kesilirse yıkanır, ibâdetlerini edâ eder ve fakat kırk gün dolmadan ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz. Ama böyle bir âdeti yoksa, lohusalığın en azı olmayacağı için, kan kesilip yıkanınca cinsel ilişkide bulunabilir.

Kadın -ister yeni başlayan, isterse düzgün âdetli olsun- âdet olabilmesi mümkün olan zamanlarda her kan gördüğünde namazını bırakır ve üç günden önce kanın her kesildiğinde de namazını kılar. Ancak tekrar kan gelme ihtimalınıdüşünerek vaktin sonunu bekler.

Meselâ iki gün kan gördükten sonra bir yatsı vakti girmisken kan kesilse bekler, sahurun bitimine bir süre kalıncaya kadar kan görmezse sadece abdest alırve namazını kılar. Çünkü üç günü doldurmayan o kan âdet kanı sayılmaz. Sonunda bırakacağı süre ise normal yıkanıp bir namaz kılabileceği kadar süredir. Bu durumda namaz için vaktin sonunu beklemek farzdır. Ama üç gün dolduktan ve fakat âdeti tamamlanmadan önce kanın kesilmesi ve yıkanması duiumunda ise namaz için vaktin sonunu beklemek farz değil, müstehap (hoş görülen olur) (38. md. bak).

Kanın kesilmesi dunimu lohusalıkta da her konuda aynen âdette olduğu gibidir. Ancak Lohusa, geçen günlerin azına çoğuna bakmadan kanın her kesildiğinde yıkanır. Bu farzdır. Çünkü lohusalığın en az sınırı yoktur.​
 

Kanın Sürekli Akması Durumu

a) Düzgün Âdetlide (Mu'tâde'de):

Kanın sürekli akması yani, en çok süresi olan on günü geçmesi duiumu, düzgün âdetlide olursa, temizliği ve âdeti, her hükürnde, önceden olduğu gibidir. Ancak temizliği altı aydan fazla idiyse bu durumda altı aydan biraz az olarak hesaplanır.

Meselâ:

a) Her ayın ilk altı gününde âdetli kalan, yirmidört gününü temiz geçiren,

b) On gün âdetli 179 gün, yani altı aydan biraz da olsa az temiz geçiren,

c) On gün âdetli, bir yıl temiz geçiren üç kadın düşünelim.

Bunlardan kanın kesintisiz akması durumunda; birincisi âdeti olduğu üzere her ayın ilk altı günü kendisini âdetli sayar, altı gün dolunca yıkanır, kalan yirmidört günü temiz gibi davranır. Ikincisi de yine aynen kendi âdetini uygular. Üçüncüsü ise on gün âdetli ve altı aydan bir anlık az bir süre temiz olarak davranır. Ta ki, böylece hamilelik temizliği ile âdet temizliği birbirniden ayrılmış olsun. Çünkü hamileligin en az süresi altı aydır.

Bu durumda âdet on gün, temizlik ise iki ay olarak hesaplanır diyenler de vardır, ama dayanagi güçlü olan yukarıda söylenendir.​
 
b) Ilk Âdet Görende (Mübtedie'de):

Kanın sürekli akması durumu âdeti yeni başlayanda olursa dört ihtimal düşünülebilir:

a) Kan, ergin olur olmaz akmaya başlamış ve devam etmiş olabilir.

b) Norrnal bir kan ve nomial bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir,

c) Anormal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir,

d) Normal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir. Yeni başlayanda (mübtedie) bir başka ihtimal düşünülemez.

a) Ergin olur olmaz sürekli kan görenin âdeti, devamlı kanın başlangıcından itibaren on gün, temizliği ise yirmi gündür. Kan devam ettiği sürece hesabı böylece yerleşmiş olur. Lohusalığı ise kırk gündür. Arkasından yirmi gün temiz sayılır. Çünkü lohusalığın hemen arkasından âdet kanı gelrriez. Onun arkasından da on gün âdet sayılır ve bu şekilde devam eder.

b) Yeni başlayan normal bir kan normal bir temizlik gördükten sonra sürekli kan görmesi halinde, düzgün âdetli (mu'tâde) olmuş olur ki, onun hükmü daha önce geçti.

Meselâ; ergin olabilecek yaşa gelmiş bir kız beş gün kan, arkasından da kırk gün temizlik gördükten sonra kan sürekli akmaya başlasa âdeti böylece yerlesir. Bu durumda sürekli kanın ilk beş günü âdeti, onu izleyen kırk günü ise temizliği olmuş olur ve kan sümükçe bu da böylece devam eder.

c) Anormal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli kan gören, ilk kan gördüğü andan itibaren sürekli kan görmüş sayılır. Çünkü iki kan arasındaki eksik yani, onbeş günden az olan temizlik de, kanın sürmesi hükmündedir. Yani sürekli kanın ilk on günü -temizlik eksik olduğundan hükmen sürekli de olsa- âdeti, onu izleyen yirmi gün de temizliği olmuş olur ve hesabı böylece yerlesir.

d) Normal bir kan ve anormal bir temizlikten sonra sürekli kan görenin âdetinde, gördüğü temizlige değil de normal kana itibar edilir.

Meselâ; beş gün kan, arkasından ondört gün temizlik gördükten sonra sürekli kan gelse, âdeti beş, temizliği ise ayın geri kalani, yani yirmibeş gün olur. Dolayısı ile temizliği sürekli kan gelmeye başladıktan sonra onbir gün daha sürer ki, yirmibeş gün doldurulmus olsun.

KADINLARLA ILGİLİ KANIN VE TEMİZLİĞİN ÇESİTLERİ

a)Kan ve Çeşitleri Kadınlara özgü üç türlü kan vardır:

1. Âdet kanı (hayız),

2. Lohusalık kanı (nifas),

3. Hastalık kanı (istihaza).

Bunların herbiri kendi başlığı altında detaylıca incelenecektir.

Dübürden gelen kan bu üç kanın dışında bir kandır. Dolayısı ile âdet kanı da değildir. Bu durumda cinsel ilişkide bulunmalarında sakınca yoksa da bulunmamaları ve kan kesildiğinde kadının yıkanması (tibben) güzeldir (Müstehap).

Dokuz yaşını doldurmamış kız çocuklarından ve hamilelerden gelen kan da âdet kanı değil, hastalık kanıdır. Birincisini hastalık (istihaza) kanından ayınp "fesat kanı" diyenler de vardır, ama doğru olan hastalık (istihaza) kanı olmasıdır.

Hünsa'dan (hem erkek hem kadın alâmetleri taşıyan, erdisi, erselik) kan gelmesi halinde, ersuyunun (meninin) da gelip gelmediğine bakılir; geliyorsa, kana değil er suyuna itibar edilir ve erkek sayılır. Kan da, sıradan bir hastalık kanı olmuş olur. Çünkü kanın başka kanlarla karısınıası ihtimalı vardır ama ersuyunun başka şeyle karışma ihtimalı yoktur.

Âdette üç günden az ve on günden fazla, lohusalıkta ise kırk günden fazla olmayan ve her iki ucunda hükmen de olsa başka kan bulunmayan kan, normal (sahih) kandır.

Çünkü üç gün âdetin en azı, on gün en çoğu, kırk gün ise lohusalığın (nifasin) en çoğudur. Kanın bu sınırları içerisinde kalması, gerçekten olabileceği gibi hükmen de olabilir. Meselâ âdette üç ilâ on gün arası gelen kan gerçek anlamda normal kandır. On günü aşan kan ise aslında sınırı astığı için anormal (fasit) kandır, ancak ilk on günü hükmen (sahih) kanıdır.​
 
Kanın iki ucunda başka kan bulunması:

a) Ya uçlarından birinde,

b) Ya da her ikisinde kan bulunan bir temizlik bulunmasıyla olur.

Birinciye örnek: Ilk âdet gören (mübtedie), bir gün kan, ondört gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse, bütün bunların ilk on günü âdeti sayılır ve birinci ucunda, yani başlangıcında kan bulunduğu için bu anormal bir kandır. Ikinciye örnek: Düzgün âdetli (Mu'tâde), âdetinden önce bir kan görse, sonra on gün temizlik ve bir gün kan görse bu temiz geçen on günün -eğer eski âdeti günlerine rastlıyorsa- hepsi, rastlamiyorsa rastladığıkadarı âdettir.

Kadından gelen ve normal (sahih) kanın bir önceki maddede belirlenen özelliklerini taşımayan kan anormal (fasit) kandır.

Anormal (fasit) kan, aynı zamanda hastalık kanı, yani istihaze olmuş olacağından, çeşitlerinin neler olduğunu kendi başlığı altında görecegiz.​
 
Temizlik ve Çeşitleri

Genel (mutlak) anlamda temizlik, kadının âdetli ve lohusa olmaması halıdır.

Normal (sahih) temizlik; onbeş günden az olmayan, kendisine kan karısınıayan ve iki normal kan arasında bulunan temizliktir.

Meselâ; ilk âdet gören, onbir gün kan ve onbeş gün temizlik görse, sonra kanı sürekli akmaya başlasa, bu ilk gördüğü kan, on günü astığı için anormal (fasit) bir kandır. Temizlik ise görünüşü bakımından normal (sahih) bir temizliktir. Çünkü onbeş gün hiç kan görülmemiştir. Fakat manası bakımından ise anormal (fasit) bir temizliktir. Çünkü kanın onbirinci günü âdetten sayılmayacağından temizlige karısınıistir ve hüküm bakımından temizliktendir:

Normal temizliğin iki normal kan arasında bulunması; iki hastalık kanı arasında, veya bir lohusalık ve bir hastalık kanı arasında veya tek bir lohusalığın iki ucu arasında bulunmamasıyla olur.

Anormal (fasit) temizlik ise belirtilen niteliklerde normal temizlik gibi olmayan ve Lohusalıkta kırk günden önce arada bulunan temizliktir. Bu durumda başta ve sonda bulunan kanın az ya da çok olması hükmü değiştirmez.

Bu söylediğimiz Imam Ebu Hanife'nin görüşüdür. Imam Muhammed ve Imam Ebu Yusuf ise: Lohusalıkta arada bulunan temizlik, onbeş gün ya da daha fazla ise ve ondan sonra gelen kanın, me'sela en az üç gün olmakla âdet kanı olması mümkün ise, bu temizlikten önce gelen kanın Lohusalık, sonra gelen kanın Lohusalık, sonra gelen kanın ise âdet kanı olduğu görüşündedirler.

Tam temizlik: ister normal (sahih), isterse anormal (fasit) olsun, onbeş gün ve daha fazla süren temizliktir.

Eksik temizlik, onbeş günden az olan temizliktir ve anormal temizlik cinsindendir. Dolayısı ile sürüp giden kan gibidir. Iki, kan arasını. kanlar ister az ister çok olsun, açmis sayılmaz.

Meselâ: Ilk âdet gören; bir gün kan, ondört gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse ilk on günü âdet sayılır. Düzgün âdetli, âdetinden önce bir gün kan, on gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse, temiz geçen bu on gün, eğer âdeti o kadarsa âdet sayılır. Âdeti o kadar değilse çakistigi kadarı âdet sayılır.

Lohusalıkta da durum aynıdır. Yani doğum yapsa ve kan kesilse, kırkinci gün tekrar aksa, temiz geçen otuz dokuz gün devam etmiş hükmündedir.

Temizliğin en çoğunun sınırı yoktur. Ömür boyu devam edebilir. Ancak kanın sürekli akması halinde bir âdet belirleme ihtiyacı duyulması durumu hariçtir​
 
Geri
Üst