Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
ANNE RIZASI VE UMRE​

Annemin bir milyon lira civarında parası var Hacca gitmek istiyor, ama babam ***ürmüyor. Hiç olmazsa umre yapayım diyor. Ben de o parayı Islâm için harcamasının çok daha fazla sevap olacağını söylüyorum, o da bana itimat ediyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Bir de bir "alt üst" inancı var. Önce altımı üstümü ver. Sonra infak et diyor. Bunun aslı nedir?

Anlaşılan annenize hac farzolmuş değil. Çünkü bilindiği gibi, hacca gidecek kadının, refakatçi mahreminin masraflarını da kendisi ödemesi gerekir. Buna göre bir milyon lira, değil iki kişiyi, bir kişiyi dahi hacca ***ürmez. O parayı dediğiniz şekilde harcamakla daha çok sevap alacağı kanaatiniz; hele de inancın boğulmak istendigi ve her yani küfür ateşinin sardığı günümüzde, Allah'u a'lem, doğrudur. Ama ortada bir anne evlat münasebeti vardır. Evladına olan şefkat dolu sevgisi onun kalbine galip geldiğinden böyle söylemiş olabilir. Günümüz Anadolu kadını bir umreden çok daha fazla şeyler haketmiştir. Genellikle ezilmiştir. Erkeğin yapacağı işleri yapmıştır. Bunları hesaba katarak, anne bulunduğunu ve diğer mezheplerde umrenin de hac gibi bir defa farz olduğunu düşünerek, sanırım genel bir fetva değil ama, böyle özel bir durumda onu umreye ***ürmeniz de çok güzel olur. Haccını yapmış olanların ve bir defadan sonra umreye gideceklerin yapacağı umre için sizin söylediğiniz doğru olur ve daha rahat uygulanır. (Allah'u alem)
 
ANNE VE BABAYA ZEKAT

Zekat, ancak Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş olan kimselere verilir. Binaenaleyh anne ile babanın maddi durumları müsait olsa tabi'atıyla onlara zekat verilmez. Maddi durumları müsait olmasa nafakaları zengin evladına aittir. Hanefi mezhebinde ise evlatları zengin iseler onların zekatını alamazlarsa da başkasının zekatını alabilirler. Hülasa: Hiç bir surette ne fürü usulüne. Ne de usul füru'una zekat verebilir. Ancak Şafii mezhebinde sırf borcu kapatmak için usul ve füru birbirine zekat verebilir. Damad kayın babasına, kayın baba damadına zekat verebilir. Bu hususta bir beis yoktur.
 
ARÂZÎ​

İslam'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır. Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır. Yine mîrî arazinın kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir. Islâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız. Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir.

Kendileriyle savaş yapılan düşman Islâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur. Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir. Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar. " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir." (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s. 397; Ebû Dâvud, Bâbu Iktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067). Bu hüküm menkul ve gayrı menkul bütün mallar hakkında geçerlidir. Imam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, Islâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir. (Kitabü'l-Harâc, s. 74, 75)

Düşman, Islâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur. Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ileride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır. Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız. Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, a.g.e., s. 210). Bu şekilde. gayrı müslim malıklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur. Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir. Hz. Ömer devrinde. Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s. 274; Kitâbü'l-Harâc, s. 75).

Düşman toprakları zorla fethedilmişse, Islâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk Islâm'a girince bunlar öşür arazisi olur. Hz. Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur.

b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazılere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır. (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur. Hz. Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazılere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir.

c) Hz. Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur. Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (s.a.s)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler. Halife Hz. Ömer bu teklifi kabul etmedi. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi sahabe büyükleri de Hz. Ömer'i destekledi .

Hz. Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazılere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer. Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver." Hz. Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar." (Kitâbü'l-Emvâl, s. 83-85, No: 152-153) Hz. Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s. 85). Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı. Şûrâ, Hz. Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz. Ömer'in ictihadına uydu. Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski malıklerinin elinde bırakıldı. Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı. Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M. el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî;, Mısır 1964, s. 124-126) Hz. Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu. Islam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s. 75).

Osmanlılarda araziler, İslam'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur. Şimdi bunları kısaca açıklayalım:

Mülk arazi (arazi-i memlûke):

Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir. Şu araziler bu kabıldendir:

Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler.

Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler .

Öşür arazisi:

fetih sırasında, gazılere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir.
 
Haraç arazisi:

fetih sırasında gayrı müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H. 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2).

Mîrî arazi:

Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir. Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir. Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken malıklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmeşiyle malıkleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidır. Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutaşarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır. Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, a.g.e., V, 389; A.H. Berkî;, Miras ve Tatbikat, Istanbul 1947, s. 107; Ali Şafak, Islâm Arazi Hukuku, Istanbul 1977)

Vakıf arazisi:

Islâm'da gayrı menkuller, geliri Islâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir. Iki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf. Birincisi önce mülk arazi iken. Islâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidır. Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır. Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidır. Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabılinden vakıf" da denilir.

Metrûk (terkedilmiş) arazi:

Bu arazi türü de iki kısımdır. Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler. Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi. Ikincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi. Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler. Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz.​
 
Mevât (ölü) arazi:

Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir. Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır. Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir. Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:

1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,

2-Arâzî bir köy veya kaŞabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,

3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,

4-Arazî şehirden uzak olmalıdır. Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir.

Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, Islâm miras hukuku hükümleri uygulanır. Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslam'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir.
 
1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde

"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir. Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir."

Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder. Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır. Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez. Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinın tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır. Ilk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1. Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir. Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi Intikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer Islâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir.​
 
1913 Tarihli Arazi Intikal

Kararnâmesi:

Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir. Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir. Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:

1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir."

2) "Ashâb-ı intikalın birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır. Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir. Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür. Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar. Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar.

Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder. Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkımünhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır. Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur. Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir."

3) "Intikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur.

Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar. Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar. Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur.

Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder. Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır."

4) "Ashab-ı intikalın üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur.

Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar.

Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur. Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder. Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder.

Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar.

Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalınde belirtilen hükümlere tabi olurlar. "

5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır."

6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz.

Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder. "

7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle birlikte bulununca ¼ hisşeye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca ½ hisşeye nail olur.

Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır.

Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur."

8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir."

9) Intikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinın öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır.

Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır. Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabıyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabıyle ifa kılınacaktır. "

10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir. "

II) "Işbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır. "

12) "Işbu kanun hükümlerinin icrasına malıye ve vakıflar nezaretleri memurdur. "

Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayrı menkul hazıneye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez. Artık hazıne bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir.​
 
ARAZİLERDEN ELDE EDİLEN MAHSÜL GELİRLERİ​

Arazilerden elde edilen mahsul ve gelirler. Fıkıh ıstılahında galle kelimesi, daha çok vakfın geliri anlamında kullanılır. Vakıf bahçelerinin meyveleri, binalarının kiraları, vakıf paralarının sağladığı kârlar, hep vakfın gallesidir.

Vakfın gallesi (geliri)'nin ne şekilde taksim edileceği ve ondan nasıl yararlanılacağı fıkıh eserlerinde "kitâbu't-vakf" adı altında önemli bir konu olarak incelenir.

Vakıf galleşinin görünmesi ve meydana gelmesi, vakfın çeşidine göre değişir. Meselâ; tahıl cinsinden olan gallenin ortaya çıkması, ekinlerin yetişip dane bağlaması veya değer verilebilecek bir hale gelmesiyle olur. Meyvaların galleşinin meydana gelmesi meyvelerin yetişip tabiî afetlerden emin bir hale gelmesiyle olur. Kira bedelinden ibaret olan bir gallenin meydana gelmesi, ödeme zamanının gelmesi ile olur.

Bir kimse vakfının bütün gallesini, yakınlık derecesine göre akrabalarına verebilmeyi şart koşsa, gallenin tamamı, en yakın akrabasına verilir (Geniş bilgi için bk. Vakıf).​
 
ARŞI TAŞIYAN MELEKLER


Arşı taşıyan melekler. Allahu Teâlâ'nın Arş'ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. "Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17). Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler.

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır" (Ebû Dâvûd Sünne,18): Abdullah b. Amr "Arş'ı taşıyan melekler sekiz tanedir" der. Sa'id b. Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir. Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı Kerûbiyyûn melekleri denilir. İbn Abbâstan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, VIII, 239).

"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O'na inanırlar ve mü'minlerin bağışlanmasını isterler. Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü'min, 40/7). Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş'ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri'nin Allah'ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir" der. Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir (İbn Kesîr, a.g.e. VII, 120).

Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla'nın ilmine havale eder. Sa'lebî'nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.

"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur" (Kurtubî, el-Cami'u fî-Ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 266).

İbn Sina " Melâike" risalesinde Arş'taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü'minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş'ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir. Allah'ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler. İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der (bk. Tecrîd-î Sarîh tercemesi, IX, 7).​


ASAGIDAKI ÜÇ VAKITTE NE KAZAYA KALMIS FARZ NAMAZLAR​

1. Güneşin doğmasından, kırk-elli dakika geçip, yükselmesine kadar.

2. Güneşin tam başımızın üzerinde bulunduğu vakit. Buna zeval ânı denir.

3. Güneşin sararmasından, yani gözleri kamaştırmaz bir hale geldiğinden itibaren, batıncaya kadar olan vakit.

Bu üç vakitte kılınacak kaza namazının iadesi gerekir. Bunun dışındaki vakitlerde kaza namazı kılmak mümkün ve caizdir. Imam Şafii'ye göre ise kaza namazı her zaman kılınabilir. Söz konusu kerahet vakitlerinde de kaza namazı kılmak caizdir.

Namazlarını özürsüz olarak kasten terkeden ve bunları kaza edemeden vefat eden kimse, büyük günah yükü ile âhirete geçmiş olur. Onun işi yüce Allah'la kendisi arasındadır. Bu namazların, tevbe, istiğfar veya keffâret yoluyla telâfi edileceğine dair açık bir âyet, hadis veya icmâ yoktur. Ancak yaşlılık veya sürekli hastalık nedeniyle orucunu tutamayanların, kaza edemeden ölümleri hâlinde, bunun "fidye" ile telâfisi hükmüne (bk. el-Bakara, 2/184) kıyas yapılarak veya "ihtiyat" prensibine dayanılarak, hanefilerde "namaz fidyesi" de müstahsen görülmüştür (bk. "Iskat ve Devir" maddesi) Allah'la şehidler arasındaki hakların affedileceği nass'la (bk. el-Bakara, 2/154; Âlu Imrân, 3/169; en-Nisâ, 4/69; Müslim, Imâre, 152; Nesâî, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, II, 322, III, 251, 289) belirtilmiştir.

Şehidler, daha önce kılamadıkları namazların affı konusunda istisnâ olabilirler (Kaza namazı için bk. Ibnü'l-Hümâm, a.g.e., I, 458 vd.; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 121 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., II, 62 vd.).​
 
ASHÂBÜ'L-FERÂIZ (MIRAS)​

Islâm miras hukukunda belirli pay sahibi mirasçılar. Ferâiz'in tekili olan farîza, belirli pay demektir. Mirastaki payları tek tek belirlenen mirasçılara, belirli pay sahibi mirasçılar anlamında bu isim verilmiştir. Bu gruba giren mirasçılar onbir olup, değişik durumlara göre bunlar için kırk pay durumu (hâl) söz konusudur. Kitap, sünnet ve icma ile belirlenen bu onbir mirasçı ve paylarının dayandığı deliller şunlardır:

Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Allah size (miras hükümlerini şöylece) emir ve tavsiye eder: Çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin payı vardır. Kızlar ikiden fazla ise, mirasın üçte ikisi onlarındır. Kız bir tane ise mirasın yarısı onundur. Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri verilir. Ölenin çocuğu olmayıp da ona ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır. Ölenin erkek veya kız kardeşleri varsa, terikenin yine altıda biri anasınındır. Bu hükümler, miras bırakanın yapacağı vasiyetin infazından veya borcun ödenmesinden sonradır. Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bu hükümler Allah'tan birer farîzadır. Şüphesiz Allah her, şeyi bilicidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. " (en-Nisâ, 4/11).

"Karılarınızın çocuğu yoksa terikenin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. Bu da, onların yapacağı vasıyetin veya borcun ifasından sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızdan dörtte biri onların (karılarınızın) dır. Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biri yine onlarındır. Bu da, yapacağınız vasiyetin veya borcun ödenmesinden sonradır. Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun (ana bir) erkek veya kız kardeşi bulunursa, bunlardan her birinin hissesi altıda birdir. Eğer ona bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise, onlar üçte biri zarara uğratılmaksızın oralarında eşit olarak taksim ederler. Bu hükümler yapılan vasiyetin ve varsa borcun ödenmesinden sonradır. Bu emirler size Allah'tan bir vasiyettir. A!!ah her Şeyi bilen, ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır" (Nisâ, 4/12)

"Işte bunlar Allah'ın hükümleridir. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan Cennetlere koyar ki onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, en büyük bir kurtuluştur" (en-Nisâ, 4/13).

"Kim de Allah'a ve Peygamber'ine isyan eder, Allah'ın sınırlarını açarsa, onu da -içinde daimi kalıcı olarak ateşe koyar. Onun için küçültücü bir azap vardır" (en-Nisâ, 4/14).

"Habibim, senden fetva isterler. De ki: " Âllah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmünü şöylece açıklar: Eğer çocuğu ve babası olmayan bir erkek ölür, geride (ana-baba bir veya baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa mirasın yarısı onundur. Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin bıraktığının tamamını alır. Eğer aynı şartlarla kalan kız kardeş, iki veya daha fazla ise, erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkek ve kız kardeşler birlikte mirasçı olmuşlarsa, erkeğin hissesi iki dişinin hissesi kadardır. Allah size, yanılırsınız diye, hükümlerini açıklıyor. A!/ah, her şeyi hakkıyla bilendir" (el-Mâide, 5/176).

"Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir" (el-Enfâl, 8/75).

"Ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara, azından da çoğundan da farz kılınmış birer hisse vardır" (en-Nisâ, 4/7).

Hz. Peygamber'in mirasla ilgili bazı hadisleri de şöyledir:

"Ferâiz (miras) ilmini öğreniniz ve öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır" (Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1; Tirmizî, Ferâiz, 2)

"Miras hisselerini sahiplerine verin. Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8)

Ibn Mes'ud (r.a.)'dan rivayet göre:

"Hz. Peygamber bir kız, oğlu kızı ve kız kardeş ile birlikte mirasçı olunca; kıza yarım hisseyi, oğul kızına üçte ikiyi tamamlamak için altıda biri, kız kardeşe de geri kalanı hükmetmiştir" (Buhârî, Ferâiz, 8, 12; Tirmizî, Ferâiz, 4; Ibn Mâce, Ferâiz, 2).

"Kız kardeşleri, kızlarla birlikte olunca asabe yapınız" (Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4).

"Ibn Büreyde şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s.) nineye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir" (Ibn Mâce, Ferâiz, 4).

Bazı miras hükümleri de icma deliline dayanır. Ana-baba bir kız kardeş bulunmayınca, baba bir kız kardeşin onun yerine geçeceği prensibi gibi.

Delillerde yer alan mirasçıların payları şöyledir:

A. Koca (Zevc) 1- Koca, ölenin (karının) çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı ile birlikte mirasçı olduğunda, terikenin dörtte birini alır. Ölenin kızından fürûu burada dikkate alınmaz.

2-Bunlar bulunmadığında yarısını alır.

B. Karı (Zevce) 1- Karı, ölen kocasının çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı ile birlikte bulunduğunda sekizde bir alır.

2- Bunlar bulunmadığında dörtte bir alır.

Eş (zevce) birden fazla ise her iki durumda belirlenen payı aralarında eşit olarak paylaşırlar.

C. Baba 1- Baba, ölenin oğlu veya oğlunun erkek fürûu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır.

2-Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilâve olarak asabe* sıfatıyla ashabü'l-ferâizden artanı alır.

3-Bu iki grup mirasçı bulunmadığından asabe olur. Başka mirasçı yoksa terikenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır.
 
D. Anne

1- Ölenin çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı, yahut ölenin birden fazla erkek veya kız kardeşiyle birlikte bulunduğunda altıda bir alır.

2-Ölenin babası ve eşi ile birlikte bulunduğunda eşten artanın üçte birini alır. Bu durumda baba asabe olarak geriye kalanı alır.

3-Bu iki grup mirasçı bulunmadığında bütün terikenin üçte birini alır.

E. Dede Burada ashabü'l-ferâiz olarak pay sahibi olan dede, ölenin babasının babası veya onun babasıdır. Buna sahih dede (cedd-i sahih) denir. Annenin babası gibi ölen ile arasına kadın giren dedeye ise fasit dede denir ve miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm* grubu içinde yer alır.

Baba sağl olmayınca dede onun yerine geçer. Buna göre dedenin dört hâli vardır. Ilk üç hâli babanınki ile aynıdır. Dördüncü hâl, babanın sağl olması hâli olup, bu durumda dede mirasçı olamaz.​
 

F-Kız

1- Ölenin oğlu olmayıp da bir kızı varsa terikenin yarısını alır.

2-Aynı durumda iki veya daha fazla kız varsa, üçte ikiyi aralarında paylaşırlar.

3-Ölenin oğlu varsa asabe (bigayrıhi asabe) olur. Ashabü'l-ferâiz'den artanı oğul iki, kız bir hisse almak üzere paylaşırlar.

G. Oğulun Kızı Ölenin kızı bulunmayınca oğlunun kızı onun yerine geçer.

1-Ölenin oğlu veya kızı bulunmaz da, oğlunun... bir tane kızı olursa terikenin yarısını alır.

2-Aynı durumdaki oğulun kızı birden fazla ise, üçte ikiyi aralarında eşit olarak paylaşırlar.

3-Ölenin oğlu bulunmaz ve oğlunun kızı ölenin bir kızı ile birlikte bulunursa altıda bir alır.

4-Aynı durumda ölenin birden fazla kızı varsa oğulun kızı mirasçı olamaz.

5-Ölenin oğlu olmayıp da, onun oğul ve kızları beraber bulundukları takdirde, müşterek asabe olurlar ve ashabü'-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar.

6-Oğlun kızları oğul ile birleştiklerinde mirasçı olamazlar.

H.Ana-Baba Bir Kız Kardeş

1-Bir tane ise terikenin yarısını alır.

2-Iki veya daha çok ise üçte ikiyi paylaşırlar.

3-Ölenin ana-baba bir kız kardeşi aynı durumdaki erkek kardeşiyle birlikte bulunurlarsa, müşterek asabe olurlar ve ashabü'l-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar.

4-Ölenin kızı, oğlunun kızı ve oğlunun.... oğlunun kızı ile birlikte bulunurlarsa asabe olup kalanı alırlar.

5-Ölenin oğlu, oğlun oğlu, babası veya sahih dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar.

Baba Bir Kız Kardeş

Ana-baba bir kız kardeş bulunmazsa baba bir kız kardeş onun yerini alır.

1-Bu durumdaki kız kardeş bir tane ise, terikenin yarısını alır.

2-Birden fazla iseler, üçte ikiyi eşit olarak paylaşırlar.

3-Bu durumdaki kız kardeş bir tane ana-baba bir kız kardeşle birlikte bulunurlarsa altıda bir alır.

4-Ana-baba bir kız kardeş birden fazla ise baba bir kız kardeş mirasçı olamaz.

5-Baba bir kız kardeş baba bir erkek kardeşle birlikte bulunursa, müşterek asabe olurlar, kalanı ikili-birli paylaşırlar.

6-Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile birlikte bulunursa asabe olur ve kalanı alır.

7-Ölenin oğlu, oğlunun oğlu..., babası, dedesi, ana-baba bir erkek kardeşleri, asabe olan ana-baba bir kız kardeşleriyle beraber bulunurlarsa mirasçı olamazlar.

Ana Bir Kardeşler

1-Bir tane ise altıda bir alır.

2-Birden fazla iseler, terikenin üçte birini erkek-kadın ayırımı yapmaksızın eşit olarak paylaşırlar.

3-Ölenin oğlu kızı, oğlunun oğlu veya kızı, babası, dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar.
 
K.Nine

Buradaki nineden maksat, araya fasit dede girmeyen, anne veya baba tarafından büyük annedir. Babanın annesi veya onun annesi, annenin annesi veya onun annesi gibi ki, bunlara sahih nine denir. Araya fasit dede girmesi hâlinde, ondan sonraki nineye fasit nine denir. Ölenin annesinin babasının annesi gibi. Bunlar miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm içinde yer alırlar.

1-Sahih nineler mirasçı oldukları durumlarda altıda bir alırlar. Nine birden fazla ise bunu eşit olarak paylaşırlar.

2-Nine ana ile beraber bulunursa veya baba ve dededen nineler baba veya dede ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar. Keza yakın derecedeki nine uzak olanı mirastan düşürür. (el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an; Ibnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an; Ibn Kesîr, Te,fsîru'l-Kur'anı'l-Azîm, miras ayetlerinin tefsiri; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 322-329; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 39 vd.; el-Mevsılî, el-Ihtiyâr, V, 85-86 vd.; Seyyid Şerif el-Cürcâni, Şerhu's-Sirâciyye, s. 3-4, vd.; el-Kâsânî, Bedayıu's Sanâyi', III, 99; Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 353; Bilmen, Hukuk, Islâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1951, IV, 507-535; Ebû Zehra, Ahkâmü't-Tarikât ve'l-Mevârîs, Kahire, (t.y.) s. 121-180; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Şahıs, Âile ve Çözümlü Miras, Istanbul 1983, s. 417-491)​
 
ASKERLIK VE İBADET​

Ben bir asker olarak namazlarımı eda etmeye çalışıyorum. Fakat bazıları bana işte bir saat nöbet bilmem kaç senelik ibadete bedeldir, namaz kılmasan da olur diyorlar. Aynı kişiler geçen Ramazan ayında da, sen hem askerlik yapıyor hem oruç tutuyorsun? Halbuki sen asker olarak kutsal bir vazife yerine getiriyorsun demişlerdi. Bu sözlerin aslı var mıdır?

Insanları Allah (cc) sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını yine kendisi söylüyor. Bunun sağlanabilmesi için de kişilerin canı, malı, ırzı, aklı ve dini korunmuş olmalıdır. Aksi halde fertler yaradılış gayelerini gerçekleştiremezler. Müslüman için askerlik de bunları korumaya yönelik bir iş olduğundan değerlidir ve nöbet yerinin gerçekten arzettiği tehlike oranında kişiye sevap kazandırır. Şimdi askerliğin gayesi ibadeti korumak olduğuna göre, askerlik yaparken ibadete gerek yok denebilir mi? Bu takdirde vasıtayı gaye görmek gibi bir akılsızlığa düşülmüş olmaz mı? Tıpkı aydınlanmak üzere evinize elektrik bağlattıktan sonra sizin lamba takmanıza gerek yok, çünkü binlerce lamba yakacak elektriğe sahipsiniz denmesi gibi. Şimdi bu söz akıllıca mıdır? Sonra askerlikte emirlerin çakışması halinde astın değil üstün dediğine uyulur. -Tabir mazur görülürse- en büyük üst Allah (cc) olduğuna göre önce O'nun emirleri yerine getirilmelidir. Bu yüzden Rasûlüllah Efendimiz (sav) "Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat edilmez" buyurmuşlardır. Yani astın emrini yerine getirecegim diye üste saygısızlık yapılmaz demektir. Ayrıca bazı işlere bu kabil sevap yüklenmesinin diğer ibadetleri düşüreceğini kim söylemiştir? Meselâ "Kâbe mescidinde kılınan bir vakit namaz sevapta bin (bir rivayyette onbin) namaza denktir" hadisine binaen birisi, ben Kâbe'de on vakit namazı kıldım, bunun on bin vakite (belki yüz bin vakite) denk olduğuna göre benim artık namaz kılmama gerek yok, demesi doğru mudur? Öyle ise siz de yapabileceğiniz bütün ibadetlerinizi yapacak, amirleriniz yaptırmadığından dolayı yapamadıklarınızı kaza edeceksiniz. Zamanında yapamamanızın günahı da onlara ait olacaktır.
 
AT ETİ​

Kur'an-ı Kerîm'de atlardan savaş aracı olarak söz edilir. Allah, binmeniz ve süs hayvanı edinmeniz için atları, katırları ve merkepleri yarattı" (en-Nahl, 16/8). Hz. Peygamber, Kur'an'da haram olduğu bildirilen hayvanların dışında, bazı hayvan isimleri vererek veya vasıf larını belirterek bu konuda yasaklar koymuştur.

Câbir (r.a.)'den rivayete göre, şöyle demiştir: "Nebî (s.a.s.), Hayber gününde bizi katır ve merkep (eti yemek)'ten menetti. Bize atı yasaklamadı" (Buhârî, Cihad, 130; Meğâzî, 35, 62; Zebâih, 27, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 45, 63, 98; At'ime, 33; Nesâî, Hayl,1; Ibn Hanbel, VI, 346).

Diğer yandan Hz. Peygamber'in at etini yasakladığına dair de birtakım rivayetler gelmiştir. (Ebû Dâvûd, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; Ibn Mâce, Zebâih, 14)

Yukarıdaki delillere göre, Imam Ebû Yusuf, Imam Muhammed, Imam Şâfiî ve Imam Ahmed b. Hanbel, prensip olarak at eti yemenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe ise bu konuda, yasak bildiren hadisleri de dikkate alarak at etinin tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir. Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise, at eti yemek haramdır (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 196, 198; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 455).

Hadiste at etinin yasaklanması necis (pis) oluşundan dolayı değil, zamanında cihat aracı olduğu için hürmetendir. Bu yüzden onun artığı da necis sayılmamıştır (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1987, XV, 234; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y),III, 254, 255; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletühû, Dimeşk, 1405/1985, III, 508, 509).
 
AT, DEVE, BİSİKLET VE MOTOR GİBİ VASITALARLA YARIŞMAK​

At, deve, bisiklet ve motor gibi vasıtararla yarışmak sünnettir. Zira bunlar, cihadın vesileleridir. Hatta Şafii ulemasından İmam Zerkeşi "Bu gibi vasıtalarla yarış yapmak ve yarış tertip ettirmenin vacib olması gerekir" diyor. Enes'den rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav)'in "Azba"isminde bir devesi vardı, yarışı daima kazanırdı. Bir gün bir bedevi devesine binerek geldi ve Azba'yı geçti. Olay müslümanların zoruna gitti. Bunun üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: Cenab-ı Hak bu dünyada her şeyi yükseltti mi mutlaka bir gün gelir onu aşağıya alacaktır."

Vatandaşları güçlü ve iyi yetiştirmek maksadıyla devlet ve cemiyetlerin yarışta kaz******rı ödüllendirmesi caizdir. Hatta yarışa katılanların birisi ötekisine; beni yenersen sana şu kadar para vereceğim, ben seni yenersem bir şey istemem şeklinde şart koşarsa yine caizdir. Fakat yarışa katılanlar "yarışta yenilen yine şu kadar para verecek” diyerek şart koşarlarsa haramdır. Ve aynı zamanda kumar sayılır.

Hanefi fukahasından Şemsü'l-E'immeal-Hilvani şöyle diyor: Talebelerden birisi arkadaşına "İlmi meselelerde münazere edelim sen beni yenersen şu kadar para vereceğim, ben seni yenersem bir şey istemiyorum.” Dese caizdir, alınan para helaldır. Devletin tertip ettirdiği ilmi münazaralarda kaz******r için tahsis ettiği ikramiye meşru'dur (al-Fetava al-Hindiyye)​
 
ATEİZM​

Hiçbir ilâh kabul etmeyen, Tanrıtanımaz felsefi doktrinlerin ortak adı.

Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da- tanrının varlığını ya da mahiyetini tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.

Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de Eski Yunan'a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. "Gölge etme başka ihsan istemem" sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist'lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar.

Rönesans'tan sonra Batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.

Nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi kemâline ulaştıran Nietzsche ise, "Tanrı'nın Ölümü" adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.

Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresızlık içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır.

Yüzyılımızdaysa, ateizm'i Jean Paul Şartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak Tanrı'nın inkârına gitmektedirler.

Agnostizm (bilinmezcilik) ve Pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm'i andıran görüşler, açıkça "tanrı yoktur" demeyip de "bilinemez" "tartışılması bilimsel değildir" türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır.

Islâm literatüründe, dehriyye* diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. Cahiliyye Dönemi Dehriliği ve Islâm sonrasındaki Dehriyyun...

Kur'an-ı Kerîm'de: "Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' Halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar. " (el-Casiye, 45/24) haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır.

Felsefî anlamdaki Islâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, Sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen "herşeyi değiştiren ve herşeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, ilâhî zat olan Hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır" temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig'in karşılığı ve uzantısıdır. Bu inancın sahipleri Allah'ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.

Öte yandan, kısmî inkâr diyebileceğimiz bir tutum içinde bulunan maddiyun, tabiiyun (maddecilik, tabiatçılık) gibi düşüncelerle dehriliği karıştırmamak gerekir. Çünkü, dehrilikde, ateizm'de olduğu gibi kesin bir inkâr, Yüce Allah'ı açık bir biçimde yok sayma sözkonusudur. Yüce Allah'ın kimi esma ve sıfatlarını değil de, gerek yaratıcılık, gerek ilâhlık ve gerekse rablık plânında küllî bir inkâr vardır. Ateizm, gerçek anlamıyla, işte böylesine bir küllî inkârdır.​
 
ATAİST BİR KİŞİ İLE KONTAKT KURUP KONUŞMA​

Itiraf etmek gerekir ki, Türkiyeli müslüman ve inançlı bayanlar ateist (ilâh tanımaz) bayanlardan genellikle daha kültürsüz. Aksine, tam aksi olmalıydı. Çünkü dinimiz câhilligi kabul etmiyor, ilmi emrediyor. Ama bu suç biraz da hanımlarımızın kendilerinin değil, onların inançlarına ters düşmeyecek biçimde okumalarına müsâade etmeyen sistemlerin... Elbette okuma fırsatı bulabilen bayanlarımızı bu hükümlerden istisna sayıyoruz. Ancak şunu da hatırlatmalıyız ki, tahsilli ve bilgili olmakla irfanlı ve bilinçli olmak ayrı ayrı şeylerdir. Benim muhterem annem gibi nice kadın vardır ki, ümmi olmakla beraber, mahdut ilmihal bilgisiyle öyle bir iman, bilinç ve irfana sahiptir ki, dinini ve örtüsünü en büyük şerefi sayar, karşısındaki kadın profesör de olsa zerre kadar aşağılık kompleksine kapılmaz ve inancının gereğini kahramanca savunur.
 
Imdi:

1- Böyle olan bir bayanın kültürü, giyim-kusam biçimi, sosyal statüsü, dünyaya bakışı seni etkilemiyorsa, bu yönü karşısında ezilmiyorsan ve bu yönüyle onu üstün görmüyorsan,

2- Her buluştuğunuz ve konuştugunuzda hâlinle ya da kâlinle ona inancının gereğini yavaş yavaş anlatabiliyor, onu az dâ olsa etkiliyebiliyor ve sen ondan etkilenmiyorsan,

3- Onun yanında yabancı bir erkeğe kapandığın gibi kapanıyorsan (Halvet, koku ve süslü elbise hâriç. Bunlar böyle kadınlara karşı, Allahu a'lem, haram olmamalıdır),

4- O da Islama karşı istihzacı, alaycı ve saldırgan değilse, ya da böyle olsa bile sen onu bastırabiliyorsan... Konuşmanızda, görüşmenizde, insanî ilişkiler kurmanızda bir mahzur olmaz, hattâ Allah'ın (c.c.) size de yükledigi "emr bil-ma'rûf"(da'vet) görevi gereği kurmalısınız da. Ancak kendinizi bu konumda göremiyorsanız, bu tür ilişkilerden olabildiğince kaçınmalısınız. Çünkü insan hep kendinden üstün gördüğünü kabul ve taklit eder ve kimi üstün görür ve taklid ederse günün birinde onun gibi olur. Bu şaşmaz kuralı hiç unutmayın. Bir arada bulunan insanlar birleşik kaplar gibidirler. Birinden öbürüne doğru bir etkileşim akmıyorsa mutlaka öbüründen ona doğru akmaktadır. Sohbet ve râbıtadaki etkileşim böyle izah edilir. Bu yüzden Allah (c.c.) "Sâdıklarla beraber olun." (9/119) buyurur.
 
ATIŞTA PARALI VEYA PARASIZ MÜSABAKA YAPMAK​

İslam dini hakkı savunup zulmü kaldırmak için kuvvette büyük bir itina gösterip müslümanların zamanın silahlarıyla silahlanmalarını emrediyor. Cenab-ı Hakk buyuruyor: "Düşmanlara karşı kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar, hazırlayın" (el-Enfat).

Peygamber (sav) de şöyle buyuruyor: "Dikkat kuvvet atıştır, dikkat kuvvet atıştır."

Bunun için fıkıh kitaplarının mühim bölümlerinden biri "Kitab al-Sabk va'l-Ramy"; Müsabaka ve atış bölümüdür. Bu bölümde at ve deve gibi bineklerle yarışmasıyla, ok atışı üzerine ihtimamla duruyor. Yarış ile atışın sünnet veya vacib olduğunu beyan ederek müsabaka kazanan kimseler ikramiye verilmesi için teşvik ediyor Ve bugün askerlikte yapılan silah ve atış eğitimi İslam'ın emridir. İslam'ın emrine imtisalen bu eğitime katılan kimsenin büyük mükafatı vardır.

Sa'id sünende Halid bin Zeyd'in şöyle dediğini rivayet ediyor: Ben ok atıcısıydım Akbe bin Amir al-Sehni bana uğrar, derdi ki: Ey Halid birlikte çıkıp ok atalım, bir gün geciktim. Bunun üzerine bana dedi ki: Gel Peygamber (sav) şöyle buyurdu: Cenab-ı Allah bir tek okla üç kişiyi Cennete kor. Hayır maksadıyla onu yapan, onu atan ve onu hazırlayıp veren. Atınız ve bininiz. Atmanız binmenizden daha fazla hoşuma gider. Ancak şu şeyler gerçek eğlence sayılır; Adamın atını alıştırması, zevcesiyle oynaşması ve ok atmasıdır (İbn Kudame).

Peygamber (sav)'in zamanında at, deve, fil ve ok vardı. O zamanda bunlarla müsabaka yapılıyordu. Bugün tüfek, top, roket, füze ve çeşitli hava, kara ve deniz vasıtaları ve silahları vardır. Bunlarla yarış ve müsabaka yapılmalıdır.Bunları iyi kullanmak ve eğitimi görmek lazımdır.​
 
Geri
Üst