Merak Uyandıran Açıklamalar

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan styla45
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Alkollü Araç Kullanma

Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir şekerle veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak, soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar. İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, dişlerimizi fırçalayalım, şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim, fark etmez bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.

Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.

Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.

Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.

Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75X0,7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti aşar.

Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur, çünkü hesaba göre kanında 40( (60x0,6)= 1.1 gr/litre alkol çıkar.

İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.
 
Askerlerin Selamlaşması

Modern orduların hepsinde askerlerin bir şekilde birbirlerini selamlamaları gelenektir. Küçük rütbeli olan selamı başlatır ve selam verdiği üst rütbelinin doğrudan yüzüne bakar.

Avrupa'da eski çağlarda sadece askerler değil sivil halk da kılıç taşıyordu. Silahlı insanlar karşılaştıklarında sağ ellerini havaya kaldırarak kılıç çekmeye niyetli olmadıklarını birbirlerine belli ediyorlardı. El sıkma, tokalaşma adeti de aynı davranış biçiminden gelişmiştir.

Romalılar zamanında askerler arasında selamlaşma mecburi ve standart hale getirildi. Selam, kol omuz hizasına, avuç içi dışarı bakacak şekilde kaldırılarak veriliyordu.

Şövalyelerin başlarından parmak uçlarına kadar çelik zırhlar giydikleri ortaçağ zamanlarında, at üzerinde giderken karşılaştıklarında, birbirlerine yüzlerindeki dostça ifadeyi göstermek için, sol el atın dizginlerini tutmakla meşgul olduğundan sağ elleri ile başlığın gözün önünü kapayan kısmım yukarı kaldırıyor veya başlıklarını tamamen çıkartıyorlardı.

Zamanla başlıklar küçüldü ve hafifledi. Adet başlığı tek el ile tutup kaldırarak selamlaşmak şeklinde değişti. En sonunda selamlama şapkayı hiç çıkarmadan kenarına parmaklarla dokunmak şekline dönüştü.

Önceleri dostluğu karşısındakine belli etme amaçlı olan selamlama, günümüzde saygı gösterme ifadesi olarak ordu içi katı disiplinin en önemli unsuru oldu.

 
Başla Onaylama

Dünyada bütün insanlar 'evet' veya 'hayır' derken başlarını da bir şekilde hareket ettirirler. Kabul etme veya etmeme düşüncelerini mutlaka bu baş hareketleri ile desteklerler, belli ederler. İstemsiz, bir nevi refleks olan bu hareketi, davranış bilimciler insanın bebeklik çağındaki meme emme içgüdüsüne bağlıyorlar.

Yeni doğmuş bebeklerin görme ve işitme duyuları tam gelişmemiş olduğundan acıktıklarında annelerinin göğüslerini ararlarken, süt emmeye istekli olduklarında başlarını öne eğip memeye yaklaşıyorlar, doyup artık meme emmek istemedikleri zaman ise başlarını iki yana sallayarak ağızlarını memeden uzaklaştırıyorlar. Uzmanlar bu davranış şeklinin ilerde evet derken başı öne eğme, hayır derken iki yana sallama şeklinde yerleşip devam ettiğini ileri sürüyorlar.

Charles Darwin'den kaynaklanan ve en iyi açıklama olarak kabul gören bu tezin gözden kaçırdığı bir durum var. Akdeniz Bölgesi insanları evet derken başlarını öne eğiyorlar da hayır derken başlarını iki yana sallamak yerine geriye atıyorlar. Hatta bu arada dil ve damaklarıyla 'çık' diye bir ses çıkarıyorlar.

Karadeniz'in batısında yaşayan bazı topluluklar ise tam tersini yapıyorlar yani hayır derken başlarını öne eğiyorlar, evet derken iki yana sallıyorlar.

Eskimolarda da evet yine aynı şekilde ama onlar hayır derken sadece göz kırpıyorlar. Yabancılar kendileri için şaka anlamına gelen bu göz kırpma karşısında Eskimolarla ilginç anlaşmazlıklara düşüyorlar.

Davranış biçimleri ve kökenleri ile uğraşanların araştırma alanlarını genişletmeleri gerekiyor. Avrupa bebekleri meme emmek istemedikleri zaman başlarını iki yana sallarlarken Akdenizliler niye arkaya atsınlar, Eskimolar niye göz kırpsınlar, bunun annenin giyiniş biçimi ve anatomisi ile bir ilişkisi olabilir mi acaba?


__________________
 
Bebek Sallamanın Amacı

Bir haftalık bebekler günün yaklaşık yüzde 80'ini kısa aralıklarla uyuyarak geçirirler. Bir aylık olduklarında, uyku zamanları günde 3 ila 4 kestirmeye ve 5-6 saatlik kesintisiz bir gece uykusuna dönüşerek gittikçe azalır.

Bebeklerin geceleri uykudan uyanmaları annelerin en çok zorlandıkları hususlardan biridir. Günümüzde uzmanlar 'bebek ağladığında karnının tok, altının kuru olduğundan ve sancısının olmadığından eminseniz, yattığı odanın kapısını kapatıp yanından kararlı bir şekilde uzaklasın, bir süre sonra sesi kesilip uyuyacaktır' diyorlar.

Annelerin çocuklarını kitaplara bakarak büyütmeye çalıştıkları 20. yüzyılın son çeyreğinden önce doğan bebekler annelerinin kucaklarında, ayaklarında veya bir beşikte sallanıp uyutularak büyüdüler.

Bebeklerin sallanarak uyutulmalarına, bilim adamları 'vestibular uyan' adını veriyorlar. Gerçi anneler binlerce yıldır bebeklerini sallıyorlar ama konu araştırmacıların daha yeni ilgisini çekiyor. Anneler sallamanın bebeği sakinleştirdiğinden ve uyuttuğundan eminler ancak uzmanlar bunun ayrıca bebeğin gelişimine de çok faydalı olduğu hususunda dikkati çekiyorlar.

İç kulak, işitme ve denge organlarını içeren iki bölümden oluşur, işitmede hiçbir rol oynamayan ikinci bölüm yalnızca dengeyle ilgilidir. İçi sıvı dolu yarım daire biçiminde üç kanaldan oluşan bu bölüme 'vestibular labirent' denilir.

Buradaki hücreler, başın en küçük hareketi ile çalkalanan iç-kulak sıvısının çırpıntılarıyla uyarılarak başın açısal hareketini anında beyne iletirler. Görme duyusunun da yardımıyla dengenin sağlanmasına yardımcı olurlar. Çok hızla dönüp aniden durduğumuz zaman, iç kulak kanallarındaki sıvı hala dönmekte olduğundan baş dönmesi denilen durum meydana gelir.

Vücut sallanırken gözler sabit bir noktaya baktığında onlardan beyine hareket olmadığı sinyali gider. Bu iki sinyal arasındaki fark, araba tutmasında olduğu gibi bir çeşit baş dönmesi yaratır ve uyku getirir. Uykunun gelmesi vücut ihtiyacı olarak değil tamamen beyinde oluşur. Devamlı hareket halinde olan, başka şeyle meşgul olan bebeğin sallanarak uyutulması zordur.

Araştırmalar içkulak vestibular sistemi düzenli olarak uyarılan bebeklerin daha hızlı geliştiklerini, daha erken oturup, ayakta durabildiklerini gösterdiler. Salıncakta, kucakta veya ayakta sallanan bebeklerdeki reflekslerin uyarı almayan bebeklerden daha hızlı gelişmeleri araştırmacıları bir başka yöne, önemli bir çocuk sorununa yöneltti.

Hiperaktif denilen aşırı hareketli, sürekli hayal gören ve yeteneklerini geliştiremeyen çocukların vestibular sistemlerinde bazı bozukluklara rastlandı. Yapılan çalışmalar, mongoloid olan veya beyin felci geçirmiş olan çocukların vestibular uyarı ile daha iyi gelişebildiklerini gösterdiler.

Araştırmacıların daha yeni farkına vardıkları bebekleri sallayarak büyütmenin faydalarını anneler insanlığın ilk günlerinden itibaren annelik içgüdüleri ile hissetmişlerdi. Tabii burada bebeğin annesinin kucağında sallanırken, onun sesi ve kokusu ile duyduğu mutluluğun etkisini de unutmamak gerekir.
 
Beyin Kapasitemiz

Bazı sağlık nedenleri ile beyinlerinin bir kısmı fonksiyonlarını yerine getiremeyen insanlar vardır. Ancak normal sağlıklı insanlar beyinlerinin tüm bölümlerini kullanırlar ama hepsini aynı anda değil. Yani bir beyin hiçbir zaman yüzde yüz kapasite ile çalışmaz.

İnsanlar belirli zamanlarda belirli işler yaparlar. Beyin hücrelerinin kontrol ettiği bir çok şeyi aynı anda yapmazlar, yapamazlar. Satranç oynarken bakkaldan ne alacaklarını düşünmezler. Dolayısıyla yaşamın her anında beyin hücrelerinin yaklaşık yüzde 5'i faal durumdadır.

Bu açıdan bakınca belirli zamanlarda beynimizin az bir kısmını kullandığımız doğrudur ama bu, diğer kısımların görev kendilerine geldiğinde çalışmayacağı anlamına gelmez.

Kısacası sağlıklı bir beynin çalışmayan veya yedek olarak tutulan hiç bir bölümü yoktur. Görev kendisine geldiğinde her bölüm, her hücre çalışır ve görevini yapar.

 
Çinlilerin Çekik Gözleri

Sadece Çinlilerin değil Japonların, Orta ve Güneydoğu Asya'da yaşayanların hatta Eskimoların bile gözleri çekiktir. Aslında 'çekik gözlü' olmak tanımı kesinlikle yanlıştır. Göz yapısı dünyada bütün insanlarda aynıdır.

Farkı yaratan göz kapaklarıdır. Çekik gözlü diye nitelendirilen ırklarda gözün üzerindeki göz kapağının ikinci kıvrımı, gözün üstüne doğru daha fazla inmiştir ve bu durum gözün sanki daha darmış gibi görünmesine sebep olur.

Peki bu, niçin böyledir? Bir teoriye göre göz kapağının üzerinde katlı olarak duran bu ikinci kıvrımı, bu insanların gözlerini yoğun olan kar tabakasının, göz kamaştıran ışığından korumak için, bir nevi kar gözlüğü gibi gelişmiştir.

Her ne kadar yukarıda belirtilen bölgelerin bazılarında kar hiç yağmıyorsa bile bilim insanları bugün çekik gözlü diye nitelendirdiğimiz insanların atalarının son buzul çağında Sibirya'dan, yani Asya'nın kar ve buzla kaplı en soğuk bölgesinden güneye, bugün yaşadıkları yerlere göç ettiklerine inanıyorlar.

Bu kadar soğuk iklimde yaşayanların vücutlarının iklime uyum sağlamaktan başka çareleri yoktu. Sadece gözler değil, burun da rüzgara en az maruz kalacak şekilde küçülmüş, burun delikleri, solunan hava ciğerlere gidene kadar ısınsın diye daralmıştır. Ciltleri de bu nedenle yağlıdır.

Göz kapakları da daha yağlı olduğundan, daha sarkık durur ve bu oluşum gözü ve iç tabakalarını kara ve buza karşı korur. Yani 'çekik gözlü' değil 'düşük göz kapaklı' tanımını kullanmak daha doğrudur.
 
Dolunayın Davranışı Etkilemesi

İnsanlar arasında bu inanç oldukça yaygındır. Hatta birçok ülkede polisler ve hastanelerin acil servis personeli, dolunay oluştuğu zaman işlenen suçların, intiharların, trafik kazalarının daha çoğaldığını, insanların renkleri görme yeteneklerinin azaldığını, sara nöbetlerinin sıklaştığını, sinir hastalarının uykusuzluktan daha çok yakındıklarını söylemektedirler ama bilim insanları bu görüşlere katılmıyorlar.

Eskilerin Ay'ın dönemlerine bağladıkları etkilerin büyük bir kısmının boş inançlar olduğu bir gerçektir. O zamanlar insanların uykularında gezinmeleri dolunay ışığı tarafından çekilmelerine bağlanıyordu. Dolunayın ışığının yatak odasından içeri girmesinin uyuyanın rüyasını etkilediğine, dolunay ile birlikte cinsel içgüdü fonksiyonlarının, insanların üremelerinin ve tarlaların bereketlerinin arttığına hatta 'kurt adam' efsanesine bile inanılıyordu.

Bilim insanları yine de Ay'ın evrelerinin ve özellikle dolunayın insanları etkilemesi olayına ciddiyetle yaklaşıyorlar. Ay'ın evreleri ile cinayetler, kazalar, dünyamızda oluşan kasırgaların dağılımı, magnetik alanlarda bozulma, kadınların aybaşları ve sara nöbetleri arasındaki ilişkileri yakından takip ediyorlar, devamlı istatistiki bilgi topluyorlar. Ancak kesin bir sonuca varılmış, Ay'ın evreleri ile bahsedilen olaylar arasında henüz bilimsel bir ilişki saptanmış değildir.

Yapılan bir çalışmada dolunay süresince oluşan trafik kazalarının alışılmadık bir şekilde fazla olduğu saptanmış fakat daha sonra olayların zaman aralıkları incelendiğinde çoğunun hafta sonu günlerine denk geldiği görülmüştür. Hafta sonu tatiline giderken ve dönerken sürücülerin acele etmeleri kazaların en önemli nedenidir. Yani tatil aceleciliğinin yarattığı trafik kazalarının yanında dolunayın etkisinin sözü bile edilemez.

Bilindiği gibi Ay'ın dünyada okyanuslardaki 'gel-git' denilen, suların alçalması ve yükselmesi olayı üzerinde doğrudan etkisi vardır. Vücudumuzun da çoğu su olduğuna göre Ay vücudumuzu da etkileyebilir mi? Vücudumuzdaki suyun oranı, okyanuslardaki su miktarı ile kıyaslanamayacağı gibi 'gel-git' olayı günde iki kez oluşmaktadır. Yani Ay'ın çekim gücü insanı etkilese bile bunun sadece dolunay safhasında değil her gün olması gerekir.

Dolunay safhasında iken Ay'ın parlaklığı da pek önemli bir etken değildir, çünkü bu safhada Ay'ın dünyaya gönderdiği ışık miktarı Güneş'in gönderdiğinin 600 binde biri kadardır.

Peki dolunayı bu kadar özel kılan nedir? Dolunay, Güneş Dünya'nın bir tarafında, Ay ise tam aksi tarafta aynı hizaya gelince oluşur. Bu durumda Güneş'in, Ay'ın Dünya üzerindeki etkisini arttırıp arttırmadığı da incelenmiştir. Bir miktar arttırdığı doğrudur ama Güneş o kadar uzaktadır ki bu etkileme de fazla kayda değer değildir.

Öyle görülüyor ki, her gün olan olaylar, Ay'ın dolunay safhasında da olunca sebep ona bağlanmaktadır.

 
El Yazılarının Farklılığı

El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el yazısının analizi sonucu, yazanın kişiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi, motivasyonu, korkulan ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi birçok konuda fikir sahibi olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez. Gerçi kadınların ve erkeklerin el yazılarında ayrı ayrı bazı karakterleri benzer şekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez.

El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.

Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim insanları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.

El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.

Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemelerin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.

Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.
 
Esmerin Sarışın Çocuğu

Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene sahiptir. Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer anne ve babadan alınan genler aynı ise, yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı ise problem yoktur. Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir taraftan mavi göz, diğerinden kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri mavi diğeri kahverengi olamayacağına göre bu genlerden biri üstün gelecektir.

İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen adı verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi geçen çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi mücadeleyi kaybeden gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.

Anne ve babadaki her iki gen de hakim gen ise sonuç aynı olacaktır. Saklı gen bu mücadelede ancak her iki tarafın geni de saklı gen ise galip çıkabilir. Uzun boy ve kısa boy genlerinde hakim olan uzun boydur. Örneğin babada iki uzun boy geni (U/U), annede ise iki kısa boy geni (k/k) varsa, her çocukta mutlaka bir uzun ve bir kısa boy geni(U/k) olacak ve uzun boy hakim gen olduğundan her çocuk uzun boylu olacaktır.

Bu çocuklar (U/k) gen yapılı biri ile evlenirlerse, çocukların her birinde muhtemelen (U/U, U/k,'k/U, k/k) gen yapısı oluşacak yani üç çocuk uzun boylu olurken bir tanesi kısa boylu kalacaktır. İnsanlarda kahverengi göz rengi, görme yeteneği ve saçlılık hakim genler iken mavi göz, renk körlüğü ve kellik saklı genlerdir.

Saklı gen çocuğun DNA sarmalında kalıp, onun çocuklarına da geçebilir. Babası mavi, annesi kahverengi gözlü çocuk kahverengi gözlü olur ama mavi renk göz geni saklı olarak durur. Kendisi ile aynı genetik yapıda biri ile evlenirse yukarıdaki uzun boy-kısa boy örneğinde olduğu gibi anne ve baba kahverengi gözlü olmalarına rağmen çocuklardan biri mavi gözlü olabilir.

Bu durum Mendel kurallarına uygun olup mavi gözlü çocukları olan kahverengi gözlü anne ve babaların paniğe kapılmalarına ve ortada başka bir neden aramalarına gerek yoktur.
 
Esnerken Ağız Kapatma


Esnerken ağzın kapatılması, çevreye rahatsız edici bir görüntü vermemek ve ağzın içinin görünmesini Önlemek için yapılan kibarca bir davranış şekli olarak düşünülebilir ama bu davranışın kökeninde nezaket değil korku yatıyor. Esnerken yapılan derin nefes alıp verme sırasında ruhun, yani yaşamın ağızdan kaçarak vücudu terk etmesi korkusu.

Tarihte, bugün Ortadoğu diye adlandırdığımız bölgede yaşayan medeniyetlerde insanlar, yeni doğmuş ve yaşam savaşı veren bebeklerin çok sık esnediklerini gözlemlemişlerdi. Bebeklerin sık sık esnemeleri, solunuma az da olsa destek olduğu sanılan fizyolojik bir davranış olmasına rağmen o zamanlarda çok yüksek oranda olan bebek ölümlerinden bu esneme olayı sorumlu tutuluyordu.

Bebekler esnerlerken ağızlarını kapatamadıklarından ruh oradan kolayca çıkıp gidebiliyordu. Bu nedenle Romalılar devrinde, doğumdan sonra birkaç ay süresince, annelerin esneyen bebeklerinin ağızlarını elleriyle kapatmaları zamanın alimleri tarafından tavsiye edilmekteydi.

Bu şekilde, el ile kapatılan ağızdan ruhun kaçmaması için önlem alınmış oluyordu ama bir faydası daha vardı. İnsanlar esnemenin bulaşıcı olduğunu da görüyorlardı. Bir kişi esneyince çevresindekiler de esnemeye başlıyorlardı. Yani esneme olayı sadece esneyen için değil çevresindekiler için de tehlike yaratıyordu. Bulaşıcı bir hastalıktan farkı yoktu.

Esnerken insanın hem kendisini hem de çevresindekileri korumak amacı ile ağzını kapatması ve esnerken başını bir başka yöne çevirmesi gibi esnedikten sonra karşısındakilere 'affedersiniz' demesi de 'sizi de tehlikeye soktum' anlamında bir özür ifadesi olarak insanların davranışlarına yerleşti kaldı.

 
Gerinmenin Haz Vermesi

Gerinmede, gevşeme amacıyla kollar yukarı kaldırılır, baş ve gövde arkaya eğilir, bacaklar gergin hale getirilir aynı zamanda üst üste esnenir. Gerinme özellikle uykudan kalkıldığı zaman bazen de sinirler yorulduğunda görülür. 'Gerim gerim gerinmek', rahatlık, mutluluk ve övünç duymak anlamında bir deyim olarak da kullanılır.

Kaslarımız 'aktin' ve 'miyosin' denilen kimyasal moleküllerden yapılmış, iç içe geçmiş protein liflerinden oluşurlar. Hareket halindeki bir kasta bu iki molekül arasındaki bağların hep birlikte çalışmaları ile güç üretilir.

Çalışmayan, dinlenme halindeki kaslarda ise bu bağlar tamamen kapatılmış değillerdir. Kaslarda hareket olmamasına rağmen bu bağlar az bir miktarda da olsa kaslarda gerilim ve sertlik yaratırlar.

Bu gerilim ve sertlik birdenbire ortaya çıkmaz ama dakikalar içinde gelişir ve maksimum noktaya ulaşır. Bu nedenle uzun zaman hareketsiz kaldığımızda vücudumuzda bir katılık, sertlik hissederiz. Atletler yarışa başlamadan önce çeşitli hareketler yaparak kaslarındaki sertliği gidermeye çalışırlar.

Bu olay tıbben ilk olarak 1929 yılında Derrick Denny Brown tarafından incelenmiş ve 'hareketsizlik katılığı' adı verilmiştir. Daha sonra 'thixotrapy' adı verilen bu sertleşmede kasların harekete geçme kabiliyeti, hareketsiz kalma süresi uzadıkça azalmaktadır. Gerinme işte burada devreye girer.

Gerinince kaslardaki katılık ve onun yarattığı gerilim geçici olarak azalır ve insana hoş bir duygu verir. Vücuda yapılan masaj ve diğer fizyoterapi uygulamalarında vücudun gevşemesi ve rahatlık duyulması da bu mekanizma dolayısıyladır.

 
Göbeğin Erkeklerde Olması

İnsanlar yaşlandıkça kilo almaya daha meyilli hale gelirler. Hormonlar yağ birikimini kadınlarda basen tarafına yönlendirirlerken erkeklerde karın etrafında birikmesini sağlarlar. Bu cinsiyet farkına göre oluşan yağlar kadınlarda en azından gebelik sırasında fiziksel bir avantaj sağlarlar ama ilerde selülit olarak bir kabusa dönüşürler. Erkeklerin göbeklerinin ise sağlık açısından sakıncalarının yanında bilinen hiçbir avantajları yoktur.

Bütün yaşamları boyunca kadınların vücutlarındaki yağ oranı erkeklere göre fazladır hatta 25 yaşlarında neredeyse iki mislidir. Yağların cinsiyete göre farklı olması doğumla başlar. Doğumdan 6 yaşına kadar, her iki cinste de yağ hücrelerinin sayıları ve boyutları üç misli artar. 6 yaş ile gençlik arasında ise her iki cinste de yağ hücrelerinin sayıları değişmez.

Ancak 8 yaşından sonra kızların vücutları erkeklere göre daha fazla yağlanmaya başlarlar. Bunun sebebi kızlarda yağın vücut yakıtı olarak yakılma oranının daha düşük olmasıdır. Bu evrede kızlarda yağ hücrelerinin sayısı artmaz ama boyutları büyür.

Gençlik çağlarında vücuttaki yağ artışı, kızlarda erkeklere göre iki mislidir. Yağın çoğu vücudun alt taraflarında, az bir miktarı da göğüslerde toplanır. Bu yağlanma farklılığı, tamamen cinsiyetle ve dişilik hormonlarının artış seviyesi ile ilgilidir. Diğer bir deyişle bu yağlar cinsiyet özellikli yağlardır. Gençlik dönemi sonunda dururlar hatta sağlıklı bir kadında azalırlar.

Birçok kadın incelmek için ne kadar çabalarsa çabalasın basen kısmındaki yağlardan kurtulmanın, vücudun diğer kısımlarındaki yağlara göre ne kadar zor olduğunu bilir. Annelerin süt verme safhasında ise bu yağ hücreleri çok inatçı değillerdir yani küçülebilirler. Bu safhada diğer dokulardaki yağ birikimi artar.

Erkeklere gelince, onlarda fazla yağlar daha ziyade karın bölgesinde ve iç organlarda birikirler. Kadınların basenlerindeki cinsiyetle ilgili yağ hücreleri annelik safhasında rezerv görevi görerek bir fayda sağlarlar ama erkeklerde biriken yağların fiziksel hiçbir avantajları yoktur.

Erkeklerde biriken yağlar damar hastalıkları, koroner yetmezliği, yüksek tansiyon, şeker hastalığı gibi çok önemli ve tehlikeli hastalıklar için büyük risk faktörüdürler ve hangi metotla, ne şekilde eritilirlerse eritilsinler, eski şekillerine çok süratle dönebilirler.

Erkeklerin göbeklerindeki yağların, kadınlardaki selülit gibi deride portakal kabuğuna benzer görüntü oluşturmamasının sebebi buradaki derinin kalın ve gergin olmasıdır. Erkek göbeğinin omurgaya binen yük dengesini bozması ve sırt ağrılarına sebep olması bakımından da ayrıca zararı vardır.

 
Kadında Sakal Olmaması

Kadınlarda yüz kılları denilen sakal ve bıyık bulunmaz. Dişilik bezleri ve hormonları, başın üstündeki kılların yani saçların kuvvetlenmelerini sağlarlarken, vücudun diğer büyük bir kesimindeki kılların oluşmalarını ve gelişmelerini önlerler. Erkeklik hormonları ise yüz ve vücut kıllarının büyümelerini sağlarlar ama başın üstündeki kıllara aynı desteği vermezler.

Bütün bebekler doğduklarında, çok İnce, gözle zor görülen bir tüy tabakası ile kaplıdırlar. Bu tüyler kısa bir süre sonra kaybolurlar. Çocuklar ergenlik yaşma gelip, cinsiyet hormonları tam aktif hale geçince vücutlarında hangi kılların yok olup hangilerinin kalıcı olacağı belli olur.

Vücudumuzdaki kılların esas işlevlerinin vücudu iklim şartlan gibi dış etkenlerden korumak olduğu biliniyor. Öyleyse aynı şartlarda yaşayan kadın ve erkeğin vücutlarındaki kılların yerleri ve miktarları niçin farklı?

Çok net olmasa da bu gelişimin ilk insanlar zamanından kalma olduğu düşünülüyor. Erkek, avlanmak ve evini korumak amacı ile daha çok dışarıda kaldığı, yüzü ve vücudu, dış iklim şartlarına daha çok maruz kaldığı için bu bölgelerdeki kılların geliştiği, annenin ise daha çok kapalı yerde kalıp, yavrusunu bağrına basıp, süt verdiği için vücut kıllarının gelişmediği ileri sürülüyor.

Bıyığı ve sakalı olmamakla kadın çok şey kaybetmiş değil. En azından her gün tıraş olma derdi yok. Rusya Bilimler Akademisi'nin yaptığı bir çalışmaya göre havada bulunan toksik maddeler, insanların bıyık ve sakallarının yüzeyleri tarafından tutulmakta, solunan havayı da devamlı kirletmektedirler. Sigara içmeyenlerde bıyığın havayı kirletme indeksi 4,2 iken sigara içenlerde bu değer 24,7'ye kadar yükseliyor. Bıyık artı sakalda bu indeksleri iki ile çarpmak gerekiyor.
 
Kardeşler Neden Farklı

Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirliyorsa, her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa, aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez mi? Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir.

Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom birleştikleri zaman 'X' harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu ikili DNA'nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur.

Bir insanın kromozomunun, bu iki yakasından biri anneden, diğeri de babasından gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır.

Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre, birbirinin tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu da buradadır.

Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının kromozomlarının birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört kişinin, yani anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden oluşur ve her çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.

 
Konuşurken Kullanılan eee


Bu soru, 'insanlar konuşurlarken niçin laflarının arasında bazı sesler çıkartırlar' ve 'ağır ağır konuşan insanlar laflarının arasında niçin -ııı-, -eee- derler' şeklinde ikiye ayrılabilir.

Birinci sorunun cevabı, sırasını yani sözü karşısındakine kaptırmamak veya sözlerinin bittiği görüntüsünü vermek istememek olabilir. İnsanlar karşılıklı konuşurlarken birbirlerini dinler gibi görünürler ama o sırada kafalarında söyleyeceklerini tasarlarlar. Onları bir an önce ifade edebilmek için sabırsızlanırlar. Karşısındakinin konuşmasını kesmeyecek olgunluktaysalar bir anlık susmasından istifade ederek söze girerler.

İnsanlar seslerinin kesildiği bir anlık soluklanma sırasında karşılarındaki sözlerinin bittiğini sanmasın diye bu boşlukları 'ııı', 'eee' diye sesler çıkararak doldururlar. Böylece karşıya devam edeceklerinin mesajını verirler. Yani oturduğu koltuğu kaptırmamak için üstünden kalkmamak gibi bir şey.

Bu genellikle yavaş tempoda konuşanların başvurdukları bir taktiktir ama zamanla alışkanlık haline gelir, 'ııı'sız, 'eee'siz konuşamazlar, kendileri de bundan rahatsız olmazlar.

İnsanlar sözleri kesilmesin diye başka anlamsız kelime ve cümleler de kullanırlar, taktikler uygularlar. Örneğin konuşmasına 'çok ilginçtir ki' şeklinde başlayan biri anlatacaklarının çok ilginç olacağını baştan belirterek, sonuna kadar dinlemesi için karşısındakini etkilemeye çalışır. Genellikle de sözlerinden ilginç bir şey çıkmaz.

Konuşma arası boşlukların niçin 'zzz' veya 'uuu' gibi seslerle değil de 'm' ve 'eee' gibi seslerle doldurulduğu sorusunun cevabı ise fonetik biliminin sahasına giriyor, 'ııı', leee' sesleri sesli harflerden oluştukları için istenildiği kadar uzatılabilirler, dudağı, dili ve dişleri oynatmadan rahatça çıkarılabilirler. Herhangi bir kelimenin ilk harfiymiş gibi yanlış anlamaya sebep vermezler. Ağız söyleyeceği ilk kelimeye hazır şekilde en uygun konumunu muhafaza eder.

Konuşma boşluklarında çıkarılan sesler kültürlere göre de farklılık gösterirler. Çoğunluk 'm', 'eee' derken İngilizce konuşanlar 'um', 'er', Çinliler ise 'zhege, zhege' diyorlar.
 
Korkunca Diş Vurma

Korktuğumuzda, ölüm tehlikesi veya bize çok rahatsızlık veren bir durumla karşılaştığımızda verdiğimiz tepki, ilk çağlarda yaşayan atalarımızın tepkileri ile hemen hemen aynıdır. Acıktığımızda karnımız guruldar, güzel bir yiyecek gördüğümüzde tükürük salgımız artar, yani ağzımız sulanır, korkunca çenemiz titrer, tüylerimiz diken diken olur.

Bedenimizin yüz binlerce yıl öncesine ait bu işleyiş düzeni bugün bile etkinliğini sürdürüyor. Fizyolojik olarak taş devri insanlarından farkımız yok, dış tehlikeler karşısında hala onlar gibi tepki veriyoruz. Ancak günümüzde strese yol açan modern etkenler karşısında bu tepkiler pek yararlı olamıyor.

Bir insan büyük bir tehlike veya korku verici olayla karşılaşınca vücudu otomatikman kendini savunmaya hazırlar. Bunu yaparken karşı tarafla savaş için bazı kasları hazır hale getirir, gerekirse kaçmada kullanacağı bazı kasları da seçer.

Diğer canlılarda olduğu gibi insanda da dişler ve çene savunmanın ana mekanizmalarıdır. Şüphesiz ilk insanlarda bugün yırtıcı hayvanlarda olduğu gibi saldırmanın da etkili bir unsuruydular ama evrim sonrası bu işlevlerini kaybettiler.

İşte bu nedenle bir saldırının korkusu hissedildiğinde kalıtımsal olarak önce çene ve dişler savunma pozisyonunu alır. Çenedeki kaslar titremeye başlar, bu da sanki dişler takır takır birbirlerine vuruyorlarmış gibi bir görüntü yaratır.

Bu arada aynı şekilde bacaklardaki kaslara da koşmaya hazırlanma uyarısı gider. Buradaki kaslar da hazırlık halinde titremeye başlarlar. Çok korkan bir insanın bacaklarının zangır zangır titremesi de bundandır.

Korkunca tüylerimizin diken diken olması da vaktiyle vücutları tamamen kıllarla kaplı atalarımızdan kalmadır. Cildimizdeki her kıl ve saç teli bir küme istemsiz kas hücresi ile donatılmıştır. Korkunca başta kedi olmak üzere hayvanların bir çoğunda görülen savunma refleksiyle bu minik kaslar kasılır ve tüylerimiz dikleşir.

Üşüyünce tüylerimizin dikleşmelerinin amacı ise ayrıdır. Atalarımız bizler gibi gerektiğinde kalın giysilerle dolaşamadıkları için vücutlarındaki kıllar onların derilerini soğuktan koruyan bir izolasyon tabakası görevini de görüyordu. Aşırı soğukta bu kıllar dikleşerek daha geniş bir yüzey oluşturuyor ve ısı alışverişini en aza indiriyorlardı. Atalarımızdan genetik olarak aldığımız bu reaksiyon şekli sayesinde sıcak bir havanın ardından serin bir meltem çıktığında ürpeririz ve tüylerimiz diken diken olur.

 
Kulağa Küpe Takılması

Günümüzde 'piercing' adıyla vücudun her tarafına küpe takılıyor ama küpenin kökeni, İngilizce 'earring' isminden de anlaşılacağı gibi kulağa takılan halkadır. Küpenin kulak memesine takılmasının nedeni burada hemen göze çarpması olabilir, kulak memelerinin kolaylıkla delinebilmeleri de olabilir. Zaten anatomik olarak kulak memelerinin başka ne işe yaradıkları anlaşılabilmiş değildir.

Bir görüşe göre ilk insanlarda kulaklar, kulak kanallarını korumak için çok büyük ve sarkıkmışlar. Kulak memelerimiz de bu sarkık kulaklardan kalmaymış. Bir başka görüşe göre ise kulak memeleri atalarımız zamanında birer cinsel cazibe organıymışlar, zamanla, insanın evrimiyle işlevlerini yitirmişler. Zaten ilk insanlarda işe yarayıp da şimdi kullanılmayan ancak hala vücudumuzda bulunan, apandisit gibi birçok organ varmış. Vücudumuz insanın evrim tarihini yansıtan bir müze gibiymiş.

İnsanlar, tarih öncesi zamanlarda bile, süs veya tılsım amacıyla kulaklarına bir şeyler takmış, karşılarındakileri etkilemeye çalışmışlardır. Hemen hemen her kültürel gelişmede olduğu gibi küpeye de ilk önce Mısırlılarda rastlanıyor. Önceleri çok büyük çapta olan altın halkaların yerlerini zamanla daha küçük askı şeklindeki küpeler alıyorlar.

Babilliler ve sonra Asya medeniyetlerinde küpe sadece erkeklerin taktığı ve toplum içindeki rütbeyi belirten bir takı oluyor. Altın işlemeciliği sanatı geliştikçe de daha zarif hale geliyor. Yunanlar çıngıraklı altın küpeler kullanırlarken Romalılar küpelerin üstüne değerli taşlar koyuyorlar.

Ortaçağda pek kullanılmayan küpe Rönesans ile birlikte yine moda oluyor. Kadınlar küpeyi iki kulaklarına takarlarken erkekler sadece sol kulaklarına takıyorlar. Erkekler özellikle incilerle bezenmiş olanları tercih ediyorlar. 18. yüzyılda elmas, 19. yüzyılda ise kabartmalar yapılmış taşlar gözde iken küpe yine moda olmaktan çıkıyor.

Çok geçmeden 20. yüzyılda yüksek devirli delici aletler ve hijyenik olarak kulak delme imkanlarıyla birlikte tekrar moda oluyor. Süs olmasının yanında takıldığı yere göre bir takım mesajlar da taşıyor. 'Piercing' (delme) adıyla vücudun boş bulunan her yerine takılıyor.

Geçmişinden de görülüyor ki küpe sanıldığı gibi kadınlara has bir takı değil. Hatta tarih boyunca daha çok erkekler tarafından takılmış. Küpe tarihte sadece süs ve etkileme aracı olarak da kullanılmamış. Örneğin eski çağlardaki denizcilerin kulaklarına küpe takmalarının amacı değişikmiş.

Denizcilerin ağaç gemilerle okyanusların bilinmezliklerine yelken açtıkları devirlerde, kimse bu uzun seferlerden sağ salim geri dönüp yuvasına, ailesine kavuşabileceğinden emin olamazmış. Olabileceklerin en kötüsüne hazırlıklı olabilmek için eğer bir kazaya kurban giderler de cesetleri karaya vurursa, bulanlar cenaze ve defin işlemlerinin masraflarında kullansınlar diye kulaklarına altın küpe takarlarmış.

Konuyu yine tarihten bir hikaye ile bitirelim. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettiği sıralarda Kahire'de kalır. Bazı erkeklerin kulaklarında halkalar gören Yavuz bunun nedenini sorar. Küpelerin kölelik alameti olduğunu duyunca "Bir tane getirin, ben de takayım, onlar insanların kölesiyse ben de Hakkın kölesiyim" der.
 
Nasıl Sarhoş Olunuyor

İlk yudumla birlikte, alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra, ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.

Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol, derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.

İçmeye devam edilirse, beyindeki görme, denge, konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için, kalp kası zorlanır ve nabız artar.

Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse, alkolün kandaki oram alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır, solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.

Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.

Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.

Alkol karaciğer yetmezliği yanında, kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır. Beyinde hücre kaybına yol açar, uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar, psikiyatrik bozukluklar başlar.

Ama alkolün en büyük etkisi, sağlığı bozmasının yanında, aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması, hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır. Haydi, şerefinize!
 
Neden Bazılarımız Solak

İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak bulunmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha 'uygun olabilirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, kalıtımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil.

İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.

Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yarısının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her iki yarısının da bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü.

Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özdeştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.

Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır.

İngilizce'de sol anlamındaki 'left' kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan 'lyft' kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki 'right' ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

 
Neden Esneriz

Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinememektedir.

Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.

Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.

Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir.

Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyarılarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.

Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir.

Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin, diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir şey.

Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin başladığı, herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.

Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.

 
Geri
Üst